Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


allah sevgisi

ALLAH SEVGİSİ



İnsan gönlünün idrak edip varabileceği en yüce ve kutsal duygu Allah sevgisidir. İyilik güzellik ve kemali sevmek insanın fıtratında koyulan bir şeydir. Sonsuz güzellik ve kemal ise Hak Teala'ya mahsustur. Onda hiç bir kusur ve eksiklik mevcut değildir. O iyiliklerin kemal ve güzelliklerin kaynağıdır; herkesin sahip olduğu her türlü iyilik ve güzellik ondadır. İnsan'ın kalbinde iman nuru tecelli edip Hak Teala'nın, bütün kemallerin, güzelliklerin ve iyiliklerin kaynağı olduğuna yakin ederse, onu her şeyden daha çok sever. Bu yakin ne kadar güçlü ve şiddetli olursa Allah sevgisi ve aşkı da o kadar güçlü olur. Nitekim Peygamberler, imamlar ve Allah’ın velileri yakinleri herkesten daha fazla olduğu için herkesten daha çok Allah'a aşıktırlar ve onun yolunda her türlü çileye katlanmaya razı olurlar. Evet gerçek mu'minler, Allah'ı her şeye tercih edip onun rızasını kazanmayı en büyük hedef olarak seçerler. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bu eş ve ortakları) Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise, daha güçlüdür…” (Bakara, 165)

Yine Tevbe suresinde Allah-u Teala şöyle buyurmuşlardır:

“(Ey resulüm), deki: Eğer babalarınız çocuklarınız, eşleriniz, akrabalarınız, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O’nun resulünden ve onun yolunda cihat etmekten size daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleye durun Allah fasıkları hidayet etmez.” (Tevbe, 24)

Evet Allah sevgisi Resulullah'ın şu mübarek sözünde en güzel şekilde tecelli etmiştir: “Allah-u Teala benim göz nurumu namazda koymuştur. Allah aç olan birisine yemeği, susuz olan birisine de suyu sevdirdiği gibi namazı da bana sevdirmiştir: ne var ki aç, yemeği yediği zaman yemeğe, susuz, suyu içtiği zaman suya doyar, ama ben namaza hiçbir zaman doymam!”

Yine bir başka Allah aşığı olan Hz. Emir-ül Mu'minin Ali (a.s)’nin Kumeyl duasındaki şu cümlesine dikkat edin: “Rabbim eğer beni cehenneme götürürsen, azap ateşinin hararetine dayansam bile, senden ayrılmaya nasıl dayanırım?!”

Veya secde edenlerin seyidi ve ibadet edenlerin ziyneti olan İmam Zeynelabidin (a.s) şu münacatına kulak verin: “İlahi, senin muhabbetinin tadını tadan birisi başkasını nasıl isteyebilir ve senin yakınlığına ünsiyet kuran-alışan, senden nasıl ayrılabilir?!”

“Ey isteyen kalplerin temennisi ve ay sevenlerin en büyük arzusu, senden muhabbetini ve seni sevenlerin muhabbetini diliyorum.”

İmam Sadık (a.s) ise şöyle münacat ediyor Rabbiyle: “Ey benim efendim, ben senin sevgine açım, doyamam. Ah, ne kadar arzuluyorum ben görmediğim halde beni gören Rabbimi!”

Yine bir hadisinde şöyle buyuruyor İmam Sadık (a.s): “Kalp Allah’ın haremidir, Allah’ın haremine Allah'tan gayrısını yerleştirme!”

Evet gerçek bir mu’min, Allah sevgisine hiçbir şeyi tercih edemez. Başka sevgiler eğer bu sevgi doğrultusunda olur veya en azından bu sevgiye mani olmazsa sakıncasızdır. Onun için biz Resulullah’ı, Ehl-i Beyti’ni, imamları, Allah’ın velilerini seviyoruz. Zira Allah da onları seviyor; onları sevmek Allah’ı sevmektir. Çoluk çocuk sevgisi, mal mülk sevgisi de eğer Allah'ın rızası doğrultusunda olursa, yani Allah sevgisine engel olmaz veya Allah'ın emirlerine engel olmazsa, makul bir derecede sakıncasızdır ve tabidir. Fakat gerektiğinde diğer bütün sevgiler Allah sevgisine ve onun rızasına feda edilmelidir.



ALLAH SEVGİSİNİN ÖLÇÜSÜ



Allah-u Teala, kendi sevgisinin ölçü ve alametinin Resulullah‘a uymak onun emirlerine itaat etmek olarak belirlemiştir.

“Deki (ey Müslüman’lar), eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ve itaat edin ki Allah ta sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin...” (Ali İmran, 31)

Resulullah'ın zamanında ona itaat etmek, Allah sevgisinin alameti ise, Resulullah’tan sonra da onun gerçek halifeleri olan Ehl-i Beyti’ne uymak ve onlara itaat etmek, Allah sevgisinin gerçek ölçüsüdür. Bunu da Resulullah (s.a.a) muhtelif hadislerinde beyan etmiştir ki, bunların en önemlisi “Sekalayn” hadisidir ki Resulullah ölümü yaklaştığında şöyle buyurmuştur:

“Ben, sizin aranızda iki ağır emanet bırakıp gidiyorum; biri Allah'ın kitabı diğeri itretim olan Ehl-i Beytim’dir. Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz. Bu ikisi Kevser havuzu başında bana varıncaya kadar birbirinden asla ayrılmazlar. Bakın görün onlara nasıl davranacaksınız.”

Bu hadis Şia kaynaklarının yanı sıra bir çok Ehl-i Sünnet kaynaklarında da nakledilmiştir.

Yine buyurmuştur: “Her şeyin bir temeli vardır, İslam’ın temeli de ben ve Ehl-i Beytim’i sevmektir.”

Meseleye katkı olur niyetiyle:

Alıntı

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى âyetinin bir kavle göre mânâsı: "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i Risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor." Eğer denilse: Bu mânâya göre karabet-i nesliyye cihetinden gelen bir faide gözetilmiş görünüyor. Halbuki, اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّهِ اَتْقَيكُمْ sırrına binaen karabet-i nesliyye değil, belki kurbiyet-i İlahiyye noktasında vazife-i Risalet cereyan ediyor?

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşina nazariyle görmüş ki: Âl-i Beyti, Âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bü­tün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin "Âl" hakkındaki duası ki,

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ dir. Makbul olacağını keşfetmiş, yâni nasılki Millet-i İbrahimiye'de ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim'in (A.S.) âlinden, neslinden olan Enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (A.S.M.) vezaif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı te'yid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: "Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim." Çünki Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.

İşte bu sırra binaendir ki; Kitab ve Sünnete ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı Hadîsiyye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i Risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde gâyet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-ı mütesanide lâzım ki, Âlem-i İslâmın terakkiyat-ı maneviyesinde medâr ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş. Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve îman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünki İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten tarafdardırlar. Cibillî tarafdarlık zaîf ve şansız, hatta haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gâyet kuvvetli, gâyet hakikatlı, gâyet şanlı, bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç tarafdarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünki fıtrî tarafdardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.(Risle-i Nur K.,4.Lema)

Allah razı olsun mükemmel bir yazı olmuş. Allaha kendisine hakiki kul olmayı nasip etsin inşallah


Serbest Kürsü

MollaCami.Com