Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Gazâli ve felsefe...

İmam-ı Gazâli (1058-1111)
Horasan’ın Tus Vilayeti’nin Taberan Köyü’nde doğdu. Fakir ve aynı zamanda kültürü olmayan bir ailenin çocuğuydu. Babası Muhammed, eğirdiği yünleri, dükkânında satarak geçimini temin eden esnaftan bir kimse idi. Gençliğinde okuyup alim olmadığına çok üzülen bu zât, ilim ve irfanın değerini takdir ederdi. Bundan dolayı oğulları Ahmed ve Muhammed’i ilim sahibi yapmak istedi. Kendisi de imkânları ölçüsünde mektep ve medreselerdeki ilmi ve tasavvufi toplantılara iştirak eder, anlatılanları büyük bir alâka ile dinlerdi.
Çocuklarının da, sohbetlerine iştirak ettiği alimler gibi olmasını isterdi. Nitekim baba Gazâli’nin bu temennileri tahakkuk etmiş, Gazâli, ilim dünyasında lâyık olduğu yere ulaşmıştır.


Gazâli, yalnız İslam dünyasının değil, dünyanın ender yetiştirdiği büyük insanlardandır. Muhteşem zekâsı, çok üstün bir tahlil ve terkib kabiliyeti olup, emsalsiz bir kritikçi olarak tanınırdı. Hüccetül-İslam ünvanını hak etmişbir dahiydi.
Ergenlik çağına gelmeden babasını kaybeden Gazâli, Tûs’ta (Meşhed) ve Cürcan’da bazı temel ilimlerin yanında fıkıh tahsilinde bulundu. Sonra memleketi olan Tûs’a döndü. Gazâli Cürcan’dan Tûs’a giderken, ilmi şahsiyetinin oluşmasında önemli rol oynayan bir vakıayı şöyle anlatır:
“Bu yolculuk esnasında eşkiyanın baskınına uğradık. Eşkiyalar kafilemizi tesirsiz hale getirdi ve tüm eşyalarımızı gasbettiler. Gasp edilenler arasında, benim yıllarca uğraşıp biriktirdiğim ve hocamın ders tedrisleri sonrasında tuttuğum ders notlarım da vardı. Notlarımın gasp edilmesine çok üzüldüğümden, koşarak eşkiyaların reisine vardım ve notlarımın geri verilmesini istedim. Bunun üzerine eşkiyanın başı:
-Bu notlar nedir? diye sordu. Cevaben:
-Tedrisat dönemimce hocamdan dinlediğim ve tuttuğum ilmi notlardır. Bunları temin etmek için memleketimden Cürcan’a gittim ve çok emek harcadım, deyince eşkiyanın başı gülerek:
-Sen nasıl olur da ilim tahsil ettiğini iddia edebilirsin? Baksana defterlerin, notların elinden alınınca ilimsiz, irfansız kaldın, diyerek alaylı bir şekilde cevap verdi. Daha sonra tüm evrakım iade edildi.
Gazâli, eşkiya liderinin verdiği bu cevabı bir ikaz ve irşad kabul ederek sözkonusu notlarını, ayrıca üç yıl emek vererek ezberledi.
Tûs’tan Nişabur’a geçen Gazâli, burada Nizamiye Medresesi Baş Müderrisi İmamü’l Haremeyn el-Cüveyni’den akaid, kelam, tefsir, hadis, cedel, mantık, felsefe, hende-se ve riyaziyet gibi yüksek ilimleri okuyarak icazet aldı.
Gazâli bu ilimleri sadece öğrenmekle kalmadı, derinliklerine nüfuz ederek muarızlarıyla mücadele gücünü de elde etti. Devrinin en ileri nazariyatçısı durumuna gelen Gazâli, hocasının sağlığında onun kürsüsüne çıkarak ders verdi ve kitaplar yazdı. Hocasının vefatı üzerine; gerek ilmin, gerekse ilim adamlarının koruyucusu olan büyük devlet adamı Nizamü’l Mülk’le yakınlık kurdu ve onun nezdinde önemli bir mevki aldı.
Gazâli tahsil ettiği ilim dallarında derin bir nüfuza vardı. Öyle ki, neredeyse zamanının bütün akli ve şer’i ilimlerini öğrendi. Hatta onlar hakkında eser yazacak kadar maharet kesbetti.
Çünkü kendi ifadesiyle, “Allah’ın kendisine doğuştan verdiği hadiselerin özünü araştırma” isteği ile dopdoluydu. Şüpheyi, araştırmanın ve hakkı bulmanın bir şartı olarak görüyor ve şöyle diyordu:
“Zira şüpheler hakka ulaştıran şeylerdir. Şüphe etmeyen araştıramaz, araştırmayan ise göremez. Görmeyen ise karanlık ve sapıklık içinde kalır. Bundan Allah’a sığınırız”.

GAZÂLİ’NİN ÇİLESİ
Gazâli, Nizamü’l Mülk’ün ilmi ve hukuki işlerinde müşaviri ve Nizamiye Medresesi’nin baş müderrisi iken, bir takım şüphelerin etkisinde kalarak; dünya arzularının cazibesi ile ahiret düşünceleri arasında kararsızlık içinde kaldı. Bildikleri ve öğrendikleri konusunda derin bir şüphe, vesvese ve ye’s haline düştü. Bu buhrandan kurtulmak için seneler senesi ızdırap çekti. Baş vurmadığı kapı, in-celemediği kitap kalmadı. Tam 11 yıl boyunca, Suriye’de, Hicaz’da, Kudüs’te dolaşarak inzivaya çekildi. Gazâli, bu fikir çilesini şöyle anlatıyor:
“Asıl yaratılışın hakikatı ile ana, baba, öğretmenleri taklit etmek sebebi ile bende meydana gelen inançların gerçeğini araştırmak istedim. Telkin ile başlayan ve han-gisinin “hak” hangisinin “bâtıl” olduğunda ihtilaf bulunan meseleleri ayırmak arzusu içinde idim. Benim gayem, işlerin hakikatını anlamak ve bilmek idi. Böyle olunca, önce “bilgi nedir?” sorusuna cevap vermem gerekir, diye düşündüm. Araştırmalarımın sonucunda anladım ki, “gerçek bilgi” asla şüpheye yer bırakmayan bilgidir. O kadar ki, bir kimse “gerçek bilgi”nin yanlışlığını isbat için, olağanüstü şeyler gösterse, mesela, “taşı altına, değneğini ejderhaya çevirse” ve bunu davâsının doğruluğuna delil gösterse, bu keyfiyet bile beni “hak bildiğim” ve “doğruluğuna inandığım” bilgiden şüphe etmeye düşürmemelidir. Mesela ben 10 sayısının 3 sa-yısından büyük olduğunu bildikten sonra, bu gibi gösteriler artık bende bir şüphe ve tereddüt meydana getiremez. Ancak, o adamın bunu nasıl yaptığına şaşarım. Yoksa, bildiğim şeyden şüphe etmem...
...Zamanla bilgilerimi kontrol ettim. Gördüm ki bende iki türlü bilgi var. Birincisi, beş duyu organı vasıtasıyla kazandığım “hissiyat” adını verebileceğiiz bilgiler, ikincisi de delil aramaya muhtaç olmayan ve “zaruriyat” adını verebileceğimiz apaçık bilgiler... Şimdi düşünüyorum, sakın diyorum; bu bilgilerim de “taklide” dayanan bilgilerim gibi olmasın... Bu konuyu ciddiyetle inceledim, gördüm ki, “hissiyata” (beş duyuya) dayalı bilgilerim pek sağlam değil... Düşünün, beş duyunun en güvenilir olanı göze bağlı olarak “görme” işidir. Oysa göz, pek güvenilir bir organ değil... Çünkü göz, gölgeye bakar, onu hareketsiz sanır. Yine göz bizim yerküremizden daha büyük olan yıldızları, bir altın lira büyüklüğünde idrak eder... Oysa deliller bunun aksini söylüyor. Bu durumda şöyle düşündüm: “O halde beş duyudan gelen bilgilere de güven olmaz. Bu tip bilgilerin akıl ve tecrübe ile tashihi gerekir”.
Sıra, aklın ister istemez kabul ettiği “ zaruriyat”a gelmişti. Aklım diyordu ki, “on, üçten büyüktür”, “birşeyde nefiy ve isbat biraraya gelmez, birşey hem hadis, hem kâ-dim olmaz, birşey hem var, hem yok olmaz, birşey hem vacip, hem muhal olmaz...” Acaba aklın bu hükümleri de doğru muydu? Müthiş bir hastalık mıydı? Neydi bu, beni şüphe kavuruyordu... Nihayet vahyin yardımı ile, yani Sevgili Peygam-berimiz’in tebliğlerini hakkı ile anlayarak bu durumdan kurtuldum.... Zaruriyat dediğimiz bilgilerin kabule şayan olduğunu anladım”.

GAZÂLİ ve FELSEFE
Döneminin eşsiz dahisi Gazâli, o güne kadar çeşitli dalâletlere götüren Yunan kaynaklı felsefeye karşı yeni bir bakış açısı koydu. Yunan felsefesinin sebep olduğu düşünce tarzını, İslam aleminin safiyetinin bozulması ve zihni bağımsızlığın ortadan kaldırılması olarak görüyor ve filozofları tenkid ederken, Yunan felsefesi karşısında taklitçi, teslimiyetçi ve pasif kaldıklarını söylüyordu. Nitekim Farabi ve İbn-i Sina’yı eleştirirken, onların da taklitçi olduğunu vurgulamış, Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi Yunanlıları sanki hiç hata yapmayan insanlar olarak aşırı yükseltmeye gittiklerini söylemiştir. Gazâli, “felsefecilerin, ilmin özünü bırakıp kabuğu ile uğraştıklarını ortaya koyacağım” demiş ve bunu yapmıştır.
Gazâli ilimleri önce dini ve dünyevi olarak ikiye ayırır. Gazâli’ye göre felsefe ve diğer ilimler sahasında ortaya konan bilgi birikimi ile varlık dünyasını kavramada güçlü bir vasıta olan akıl, açıklayıcı bir model olarak kullanılabilir ve bunun İslami açıdan hiç bir mahsuru olmadığı gibi, bilakis teşvik edilmelidir. Ancak ilahiyat sahasında aklın izahtan aciz kaldığı konuları, aklı mutlak kabul ederek izaha kalkışmak doğru değildir. Şöyle diyordu:
“Şüphe etmeyen doğruyu göremez, doğru bakamayan basiret sahibi olamaz, basiret sahibi olamayan da zulmette ve sapıklıkta kalır. Tabiat ilimlerinden elde edilen bilgileri din adına tenkid etmeyi vazife sayan kişi, aslında dine karşı suç işlemiş ve dine zarar vermiştir. Dinsizleri en çok sevindiren şey, fen ilimlerine din adına karşı çıkılması ve bu konuların dine aykırı olduğunun söylenmesidir. Zira dini çürütmenin en kolay yolu budur”.

ÇEŞİTLİ
KONULARA BAKIŞI
Gazâli araştırmayı şu sözleriyle teşvik ediyordu:
“İnsanoğlu küçük bir âlem olması bakımından, kâinatın fihristesi hükmündedir. Onun vücut yapısı sadece hekim olmak isteyenler tarafından değil, Allah’ı daha iyi bilme, yani marifete ulaşmak isteyenler tarafından da çalışılmalıdır. Aklın fonksiyonu, peygamberlik ve vahiy ışığıyla bize ulaşan bilginin seviyesinin farklılığını anlayabilmemiz için yol göstermek, nübüvvet gözüyle idrak olunan bilgiyi (duyu or-ganlarımızın verileri ve mantıkla) tamamen ihata etmeye muktedir olmadığımızı (yine müşahede, tecrübe ve mantık vasıtasıyla) bize kavratmak, elimizden tutarak körleri kılavuzlarına, aciz hastaları müşfik hekimlerine ulaştıran emin bir kılavuz gibi bizleri nübüvvet makâmına teslim etmektir.
İşte aklın görevi budur...”

Kaynaklar.
1. Gazâli’de Devlet. Dr. Fahrettin Korkmaz. T. Diyanet Vakfı Yay. 1995
2. Gazâli’de bilgi sistemi ve şüphe. Mehmet Ayman, İnsan Yayınları;1997
3. İlim ve Din 1-2, İrfan Yılmaz, Zaman G. Yay. 1998

"Her şeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti, kendine âit bir ise, Sâniine âit neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir.Her bir şeyin, hattâ bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu" mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede; felsefenin "her bir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menâfiine âittir" diye, koca bir dağ gibi ağaca hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?

İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm hükemâsından, İbn-i Sina ve Farâbî gibi dâhîler, şâşaâ-i sûriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mümin derecesini ancak kazanabilmiştir; hattâ, İmâm-ı Gazâlî gibi bir Hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de
vermemiş.
(Risale-i Nurdan)

___________________________________________________________________
Andolsun Zikirden sonra Zebur'da da :''Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır'' diye yazmıştık.(Enbiya,105)

Ulum-u felsefiye ile iştigal etmenin cevazı hakkında ulemanın üç kavli vardır.

1-İbn-i Salah ve Nevevi bu ilimde iştigalin haram olduğunu söylemişlerdir.Cünkü vacibin terkine;insanın fasid,batıl şeyleri öğrenmesine sebeptir.Bunların bu sözü kamilul kariha ve mümaris-us sünneti vel kitab(yani mizacı sağlam,kabiliyyeti yüksak,kitab ve sünnette mahir )olmayanlar hakkındadır.Eğer böyle olmazsa taassub-u barid olur.

2-Bir kavm de bu ilmin öğrenilmesi lazım demişlerdir.Bu da tasfiyeden sonra vaya kamilul kariha ve mümaris-us sünneti vel kitab olan şahıslar hakkındadır.Eğer bu şart olmazsa taasub-u san'at olur.

3-Meşhur ve sahih olan kavl budur ki,tabiataı mükemmel,kabiliyeti yüksek,kitab ve sünnete mahir olan kimseye,savabı(doğruyu) bulmak niyetiyle öğrenirse caiz olur.
(Kızıl İcaz,Bediüzzaman Said Nursi(Rh.a.)

Demek kitab ve sünnetde mahir olmuş,fıtratı yüksek kimseler,hakkı bulmak için ulum-u felsefiyeyi öğrenebilirler,ta ki ümmete rehber olsunlar,zındıkları sustursunlar

Kitab ve sünnete mahir olan:Ulum-u şer'iyyeyi bilendir.Yani tefsir ilmini,Kur'anın manalarını,hadis ilmini yani manasını,hadis ravilerini,sahihini,alilini vehakeza hadisle alakalı bütün ilimleri,fıkhı yani ahkam-ı şer'iyyeyi,mezheb imamlarının içtihadlarını bilendir.
İşte İmam-ı Gazali (r.a) Hazretleri kitab ve sünnette mahir bir alimdir.

Felsefi ilimleri, tasfiye etmiştir.
______________________________________________________________________
Andolsun Zikirden sonra Zebur'da da :''Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır'' diye yazmıştık.(Enbiya,105)

Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat, menfaati için en hasis şeye ibâdet eden bir firavun-u zelîldir; her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem, o dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat, bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir; şeytan gibi şahısların bir menfaat-i hasîse için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem, o dinsiz şâkird, cebbâr bir mağrurdur. Fakat, kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için, zâtında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfüruştur. Hem o şâkird, menfaatperest hodendiştir ki, gàye-i himmeti nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bâzı menfaat-i kavmiye içinde arayan, dessas bir hodgâmdır. (Risale-i Nur,Sözler)


Şimdi bak! Şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: "Güneş, bir kitle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı, etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir." Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şâşaa-i sûriyesine aldanıp, Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ beyânına karşı hürmetsizlik etme. (a.g.e)
________________________________________________________________________

Andolsun Zikirden sonra Zebur'da da :''Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır'' diye yazmıştık.(Enbiya,105)

Sitemizin, adını almakla şereflendiği; hakikat-bin Molla Cami(R.A.) Hazretlerinin Cila-ur Ruh ve Lüccet-ül Esrar adlı eserinde geçen bazı beyitler:


Felsefe ile iştigal eden şahıs,hikmet hazinesinden bir pula(kıymetsiz paraya) bile yol bulamadı.Bilmem ki bir gayrısına ol hazine tarafına nasıl rehber olur.

Seni yüksek mertebeler ulaştıracak rehber ve mürşid,Hazreti Peygamber(asm)'ın rayiha-i tayyibesinden (güzel kokusundan) başka birşey değildir.O güzel kokuyu da Hazreti Ali(R.A.)'dan taleb eyle.Ebu Ali İbn-i Sina'dan taleb etme.Zira onun kokusu murdar ve pistir.

Ebu Ali İbn-i Sinanın Şifa Nam kitabından elini çek,okuma.Ondan uzak dur.Zira o şifa adlı kitab,şekavet kanunu nümunesidir.Onun kanun adlı kitabından dahi ayağını bir tarafa koy.Ona yanaşma.Zira o kanun adlı kitab,şer ocağıdır.

Ebul Kasım Muhammed Mustafa (s.a.v) efendimiz gibi bir hadi varken,Ebu Ali İbn-i Sina kim olabilir ki,kurtuluş için onun tuğyanı tarafına koşarsın.

Şer-i Şerif ve din-i mübin bostanına mürur et.Ta ki o bostanın her bir adımında ya Şafii gibi bir gül veya Hazret-i Numan gibi bir lale göresin.

______________________________________________________________________
Andolsun Zikirden sonra Zebur'da da :''Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır'' diye yazmıştık.(Enbiya,105)


Serbest Kürsü

MollaCami.Com