Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
Fethi Remzlendiren İstanbul’un Kalbi Ayasofya!
Fethi Remzlendiren İstanbul’un Kalbi Ayasofya!
[right]Ayasofya; bir mânanın, zıt mânaya taarruz ve onu zebûn
edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesi...
(Necip Fazıl Kısakürek)[/right]
Temiz bir bahar sabahı -aklıma nerden estiyse- yolumun üstündeki yeşillik parka çöküverdim birden. Hiçbir şekilde programıma dahil olmayan bu uğrak; zaman zaman sebebini bilemeden, aniden vermiş olduğumuz kararlardan biriydi işte. Oturduğum yeri beğenmeyip, biraz kuytu köşelere yollanıyorum kafa dinlemek bahanesiyle. Uygun bir bank bulunca, kafamı koluma yaslayıp dalıyorum kendi dünyamın hülyalarına…
Ara ara yalnız kalmak iyidir malum. Olayları bir de “yalnızlık” penceresinden süzmek, yaşadıklarının bir oto-kritiğini yapmak, tefekkür dünyasına o kapıdan girmek, olayları kafamızdaki dünyanın içinden ziyade, dışardan -tabiri caizse- kuş bakışıyla irdelemek faydadan hâli değildir.
Hayal dünyasının puslu bükümlerinde gözlerime tanıdık bir yüz çarpıyor. Sanal ile gerçeklik arasında sıkışıp kalan bu yüz tanıdık geliyor birden. Sahi bizim vefâsız Süleyman Abi bu. Kalkıp yanına varıyorum. Epeydir malikânemize uğrak vermemesinin sitemlerini boşalttıktan sonra dalıyoruz koyu sohbetimize. Minikleri parka gezdirmeye getirmiş bu güzel günde. “Hanımla iş paylaşımı yaptık” diyor yine o mizahi yönüyle de.
Derken bir düşme sesi tırmalıyor kulağımı. O minik kızın düşme sesi… Oldum olası kız çocuklarına karşı hissettiğim özel bir sevginin gayr-i ihtiyari iteklemesiyle yerimden doğrulup yavrucağın yanına gitmeye yelteniyorum ama babası kolunu göğsüme gerip:
— “Dur” diyor. “Bırak kendi halinde kalsın!”
Nedeni hakkımda kafamda bazı şekiller oluşmuyor değil. Hani düşüp kalkmayı kendisi öğrensin gibisinden bir şeyler… Yine de soruyorum sebebini:
— “Eğer düştüğünde birileri yanına varıp yardım etmek isterse, olayı psikolojik olarak gözünde büyütüp bir şeyler olduğunu zannediyor ve ağlamaya başlıyor. Ama eğer o gibi durumlarda ilgi göstermez kendi haline bırakırsan, tekrar kalkıp hiçbir şey olmamış gibi oyununa devam ediyor!” diyor.
Biraz garibime gidiyor yorum. Haklılık payının büyük olduğunu anlıyorum. Tıpkı sürü içgüdüsüne sahip oluşumuz ve vefasızlığa uğrattığımız tarihimiz gibi. Birileri çıkıp “düşmenin” bedelini anlatsa, biz de gerekeni yapacağız ama… Ama herkesin “Kral çıplak!” demeyi göze alamayışı, gerçekleri söylemekten kaçışı, bizim de kalkıp olanları önemsemeden yolumuza devam etmemiz demek oluyor.
Nedense Ayasofya ile alaka kuruyorum hemen. Tıpkı Ayasofya’yı câmilikten alıkoyanlara karşı birkaç tepkinin dışında bir şey yapamayışımız gibi. Devlet ileri gelenlerinin gayet rahat bir şekilde, o güzîde mekânı asıl hüviyetinin dışına çıkarmaları ve bunu yaparken de milleti kaale alınmayıp kendi bildiklerince seyretmeleri; bizlerin de olayın ciddiyetini kavramaktan aciz ve düştüğünün acısı yanına kâr kalan bir çocuk mesabesinde olmasından öte imkan tanımıyor.
***
Kur’an-ı Kerîm’deki “Beldetün tayyibetün” âyeti, “Ebced hesabı” ile “Feth-i mübin”in hicrî tarihini gösteriyor. Feth-i mübînin gerçekleştiği 29 Mayıs Salı sabahını anlatan bir yazar, o günü şu ifadelerle tasvîr eder: “O gün her zamankinden daha parlak doğan güneş, göz kamaştırıcı altın sarısı ışınları ile âdeta İslâm’ın zaferini kutluyor, cihanın incisi Konstantiniyye’ye sel gibi akan şanlı Türk ordusunu sıcak bir içtenlikle kucaklayıp üzerine mukaddes nurlar saçıyordu. 29 Mayıs Salı sabahı, muhakkak ki bir başka sabahtı. Bu parlak ve eşsiz ilkbahar sabahının cihan tarihindeki yeri ise, apayrı bir özellik taşıyordu. Zira o mukaddes Salı sabahı ile bir çağ kapanıyor, yeni bir çağ açılıyordu. Bu yeni çağa, eşsiz dehasıyla, Avrupa barbarları dahil, bütün cihana şaşkınlıktan küçük dilini yutturup, henüz 21 yaşlarında çok genç bir padişah olarak, Fâtih ünvanına hak kazanan büyük Türk, Fâtih Sultan Mehmed Han damgasını basmıştı. İşte o mukaddes Salı sabahı öyle mukaddes bir sabahtı.” (1)
Böyle büyük bir zaferi kendi nefsine mâl etmeyen Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri ise, “Şühedâya rahmet-i rahmân, gazilere şeref ü şân, tebeâma fahr ü şükrân” diyerek, zafer hediyeleri dağıttı.
İstanbul alındığında perişan ve harap bir vaziyette bulunan Ayasofya ise, Fetihle birlikte “ba’sü ba’de’l-mevt”e, yeni bir doğuşa uğramak tahliline ermiş bulunuyordu. Şüphesiz Hazreti Fâtih’in bu şehir ve câmiyi imar planını, yine kendine ait olan şu beyit en güzel şekilde ifade ediyordu,
Hüner bir şehr bünyâd eyemektir
Reâya kalbin âbâd eylemektir. (2)
Ayasofya; İstanbul’un fethinde, usulden olduğu üzere şehrin en büyük kilisesi olarak camiye çevrildi. Kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmed, yapının ve çevresinin harap görüntüsü karşısında meşhur Farsça beytini söyler:
Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût
Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb
Yani; Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor-bekliyor.
***
Ayasofya’nın câmiye dönüştürülmesi ile bazı eklemeler de yapıldı. Bir ilim-irfan devleti olan ve gidip fethettiği yerleri de bunlardan nasibdâr eden Osmanlı, Ayasofya’ya da Sultan I.Mahmud zamanında kütüphane, medrese ve İmâret yaparak tam manasıyla mâmur etmiş oldu. Zamanın Şeyhülislâmı Pîrizâde Mehmet Efendi’nin söylediği gibi;
Tamam oldukda tarihin didi sâhib bu mısra’la
Ayasofiyye âbâd oldu elhak bu İmâretle (3)
(Tamam olunca sâhib bu mısla’la tarihini söyledi / Bu İmâretle Ayasofya gerçekten ma’mur oldu.)
Ne var ki tarihimizden amansız bir kaçışla, sırt dönüp yüz üstü bıraktıklarımız arasında şimdiki mahzun mabet Ayasofya Câmî de vardır. Camilikten çıkarılıp Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlandığı sıralarda, bu medrese sebepsiz yere yıktırıldığı gibi içerde bulunan ve câmiye ait olan çeşitli eşyalar, halılar ve levhalarda kaldırılmıştır. Dışarıya çıkarılmasına muktedir olunamayarak (yıllarca yerde süründükten sonra) gerisin geri yerlerine asılmıştır. Beş yüzyıl boyunca İslâm dünyasında mümtaz bir yere sahip olan bu yapıya yapılan haksızlığı, bilmem hangi “hak-hukuk” kalıbına koymak gerekir.
Tarihine adeta kin kusarcasına, bununla da yetinilmemiş, o zarif minareleri yıkma girişiminden de, câminin çökeceği tehlikesiyle vazgeçilmiştir.
Câmi olduğu süre içinde Ayasofya’da, Ramazan aylarında bilhassa teravih namazlarında çok kalabalık bir cemaat toplanır ve padişahın da katıldığı Kadir gecesi ve bayram namazlarında muhteşem bir görüntü arz ederdi. Bu da Ayasofya’nın Müslümanlar tarafından ne kadar benimsenip, kendilerine mâl edildiğini gösterir.
“Para basıyor” manşetlerine zıt olarak “Parasızlıktan restotasyon yapılamıyor” ikilemleri arasında git-gel’ler yaptırıldığımız şu dönemle, halkın bile vakıflar kurarak bakımına itina gösterdiği Osmanlı Dönemini kıyaslayıp, şu an ki harap olan halini göre(bile)n birinin, Hazreti Fâtih’in o meşhur Farsça beytini söylememesi elde midir?
16’ncı Yüzyılın büyük divan şairi Hayali’nin “Ol mahiler ki derya içredür, deryayı bilmezler” mısraındaki “mâhiler” yani balıklar gibiyiz belki de. Malum, balıklar derya içinde yaşarlar fakat deryanın ne olduğunu bilmezler… İşte böyle bir milletin de hayatları tarihle dolu olduğu halde, onlar tarihin ne olduğunu, insanlığın başından geçenleri sebep sonuç ilişkileri içinde değerlendirip, olayları oldukları gibi görüp kavrayamazlar, bilemezler…
“Mâhî” sözcügü Arapçada ise, “mahv eden, yok eden” manasına gelmesi sebebiyle, anlayabilen için, hal-i pür melâlimizi anlatmada farklı bir kapıyı araladığı da muhakkak.
Ayasofya’yı ne olarak değerlendireceğimiz konusunda bile hala tam bir fikir ve bilgi birikimimiz yok. Ayasofya nedir? Taş duvarlardan müteşekkil sıradan bir yapı mıdır? Eğer öyle ise Sultan Vahdeddin Han’ın, memleketin felaketli günlerinde şahsını korumak için bırakılan taburu, Ayasofya’ya göndererek: “Aziz İstanbul’un fethinin sembolü olan Ayasofya’ya çan takmak isteyenlere ateş ediniz” (4) emrini nasıl anlamak gerekir?
Kezâ, Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Ayasofya” isimli şiiri yüzünden tutuklanarak Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargısı sırasında kendisini müdafaa ederken sarfettiği: “Ayasofya’nın tekrar cami haline yetirilmesinde benim ne gibi hususi maksadım ve menfaatim olabilir? Ayasofya’yı kiraya mı vereceğim, yoksa imamı mı olacağım? Beni bu yazıdan dolayı Türk savcıları değil, Yunan savcıları itham etsin” sözü…
Ayasofya’nın değerini taş-duvardan ibaret sayan zihniyet ile gerçek hüviyetini kavrayabilen fikir yapısı arasında, üzümden elde edilen şıra ve şarap arasındaki kadar fark vardır. Halbuki; Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin vakfiyesi, bizzat Ayasofya’nın câmi sıfatının korunmasına matuf tedbiri koymuş bulunmaktadır.
AYASOFYA İBÂDETE AÇILACAKTIR!
Silsile-i Saadâtın 33. ve son halkası olan, Ebu'l-Fârûk Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretlerine, talebelerinden birisi elinde bir gazete ile kamaraya gelir. Gazete; o devirde Merhum Sinan Umur tarafından haftada bir veya on beş günde bir yayınlanan “HÜRADAM Gazetesi”dir. Gazetenin manşetinde, Londra uçak kazasından hafif yaralarla kurtulan Başvekil Adnan Menderes’e hitap edilmekte, “Allâh’ın Lutfi Keremiyle çok ağır bir uçak kazasında hafif yaralarla kurtuldunuz, Allâh’a şükran borcunuzun bir ifadesi olarak,
1- Ayasofya Camî’ni bir an evvel ibâdete açınız.
2- Müslümanların nüfus belgelerinin din hanesine “Dini, din-i İslâmdır” kaydını yeniden koydurunuz.
3- Memleket çapında idarece ve zabıtaca din tedrisatına karşı, Müslümanlara karşı yapılan mezâlimi durdurunuz!” denilmektedir. Süleyman Efendi Hazretleri (k.s.), bu gazetenin böyle bir başlıkla çıkmasından son derece memnun kalır. Cebinden çıkardığı bir miktar parayı talebesine verir, “Evlâdım! Git seyyar gazetecide bu gazeteden ne kadar nüsha kalmışsa al, vapurun bütün mevkilerindeki masalara birer adet bırakıver” der.
***
Üsküdar Selimiye Câmî İmam Hatibi Fahri DURAN Hoca anlatıyor;
— Ben Yâ Vedud Sultan Câmî’nde imam iken, cuma günü cuma namazını kıldırdım ve civardaki esnaftan birinin ısrarıyla, Eminönü Yeni Câmi’ye gittik. Yeni Câmî'de vaaz ediyordu o zamanlar Süleyman Efendi, cumadan sonra.
Gittik vardık, girdik câmiye. Süleyman Efendi vaaza başlamış tabi. Hitabeti güzeldi. Mevzunun evveliyatı neydi bilmiyorum ama, biz içeri girdiğimiz zaman Ayasofya’dan bahsediyordu.
Hiç hatırımdan çıkmıyor, bir ara kürsüde, dizlerinin üstünde doğrularak:
— “Ayasofya ibâdete açılacaktır!” dedi ve bu konuda bir takım tebrişatlarda bulundu. (5)
***
Bu noktada sözü bir de Necip Fâzıl Merhum’a bırakalım:
“Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..
Ayasofya’nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.
….
Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...
Ayasofya açılmalıdır! Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.
Ayasofya’yı kapalı tutmak, Yunanlıya “Ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!” demekten farksızdır.
Ayasofya’yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler’den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara “Artık benim hayat hakkım kalmadı!” demektir.
Ayasofya’yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.
Ayasofya’yı kapalı tutmak, Allâh’a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.
Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!
Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.” (6)
***
Evet böyle diyor Merhum Necip Fâzıl da. Tüm umudunu, önünde durulmaz bir sel oluşturacağını söylediği “gençliğe” bağlıyor.
Kendi tarihimiz Ayasofya’mıza girişin bize bile ücretli olduğu şu zamanda, “Acaba papa geldiğinde parayla mı girdi?” sorusu akılları kurcalamıyor değil. Zirâ Ayasofya imamı: “Ben imamı olduğum halde gerçek Ayasofya’ ya para vermek suretiyle geçiyordum” diyor.
İnsanın aklına gelmiyor değil, Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri bile gelse, para vererek mi girecek?
Hayır! Fâtih gelse, oraya nasıl gireceğini bilirdi!
DİPNOTLAR
(1) L.P. Dabağyan, Fâtih ve Fetih Olayı. İstanbul 1976, s.100
(2) Fâtih Sultan Mehmed’in Türkçe Vakfiyesi. s.36 Vakıflar Genel Müd. Yay.
(3) Hadîkatü’l-Cevâmi, Câmiler Bahçesi s.27
(4) Kadir Mısıroğlu, Sarıklı Mücahitler, İst.1992, s.109
(5) Hâdimü’l-Kur’an Üstaz Süleyman Hilmi Tunahan(k.s.), Mustafa ÖZDAMAR, s.93
(6) Ayasofya Hitabesi, Necip Fâzıl Kısakürek, 1965
________________
Adem YAKUT
26.04.2008
Güzel memleketi, güzel şehri güzel camimizi çekemeyenler birgün anlayacaklar işin doğrusunu ama iş işten geçmiş olacak. Emeğinize sağlık
inşallah ibadete açıldığı günleri görmek bütün islam alemine en yakın zamanda nasib olur.amin