Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
KOCA ÇINAR OSMANLI
Avusturya’nın Kanuni korkusu
Geçtiğimiz günlerde gazetelere yansıyan bir haber hepimizi yeniden irkiltmeye yetti. Avusturya parlamentosundan sağcı bir milletvekili Adreas Mölzer, AB Komisyonu'nun yanıtlaması istemiyle AP Başkanlığı'na verdiği yazılı soru önergesinde, Müslüman liderlerin sıklıkla “Avrupa'nın fethi İslam'ın temel hedefidir” söylemini dile getirdiklerini bildirmiş. Alman Sosyal Demokrat Parti'den (SPD) Avrupa Parlamentosu'na seçilen Volkan Öger'in seçim kampanyası sırasında tamamen ekonomik, kültürel anlamda söylediği belirtilen ve mizahi yönü de olan “Kanuni Sultan Süleyman’ın 1529'da başlattığı Viyana kuşatmasını, vatandaşlarımızla, güçlü erkeklerimiz ve sağlıklı kadınlarımızla biz tamamlayacağız" cümlesini de alıntılayan Mölzer, “Bu tehlikeli duruma tepki olarak tartışılan İslam dünyasından göçün durdurulmasının aciliyeti ne düzeydedir?" diye de sormayı ihmal etmemiş.
Velhasıl Jörg Haider’in sağ kolu olarak nitelendirilen Mölzer’in sözleri, aradan 4,5 asır geçmesine rağmen Avusturya’da, yalnız Avusturya’da da değil, aslında Avrupa’nın neredeyse tamamında bir Kanuni ve Osmanlı fobisinin yaşamakta olduğunun en çarpıcı belgelerinden biri.
Peki bu korku tamamen yersiz mi?
Avrupa’nın bilinçaltındaki korku
Aslına bakılacak olursa bu korkunun temelinde Avrupa’nın İslamiyetle olan çarpık (gayri meşru da diyebilirdim) ilişkisi yatıyor. Çünkü Tarık bin Ziyad’ın Afrika’dan Endülüs’e çıkarma yaptığı 711 yılının Mayıs’ından itibaren bu Karanlık Kıta’nın kaderini ve gidişatını belirleyen temel güç, İslamiyet olmuştur. Düşünün ki, Müslümanlar Avrupa’ya çıktıklarında Avrupa Ortaçağ’ın en karanlık zamanını yaşamaktaydı.
Denilebilir ki, Avrupa Müslümanlar sayesinde batı ucundan başlayarak aydınlanmaya başladı ve kıtanın gördüğü en özgün uygarlık sentezlerinden birisi olan Endülüs’ün ışığı Avrupa’nın yeniden aydınlanmasının da başlangıcını oluşturdu. İşte Müslümanlara olan bu derin borcun ağırlığı karşısında ezilen Avrupalı aydınlar, daha Rönesans devrinden başlayarak hem onun ışığını emmeye, hem de Müslümanlara resmen küfretmeye bayılıyorlardı. “Tıbbın Öyküsü” (The Story of Medicine) adlı kitabında Victor Robinson şu ilginç satırları yazıyor:
“Rönesans dediğimiz şey, Müslümanlara (yazar ‘Arabism’ diyor) başkaldırı olarak başlamıştır. Rönesans’ın ilk büyük mücadelesi, İbn Sina bağlıları ile Galen’in yeni yazılarına bağlananlar arasında cereyan etmiştir. Hatta Jean Fernel adlı öncü, faeces Arabum mele latinititatis conditae demiştir, yani Arapların pisliği Latin balıyla tatlandı.”
Özetlersek, Müslümanların yüzyıllar süren ezici bilimsel üstünlüğü karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden çamur atarak sıyrılmayı denemişlerdi Avrupalılar. İnkâr, aşağılık kompleksi içinde kıvrananların yapacağı bir eylemdir ve Avrupa tarihi, Rönesans’tan beri bu defa doğusundan yükselen bir gücün karşısında yeni bir aşağılık duygusunun elinde esir olacaktır. Bu, Türk korkusudur, ya da Mölzer’in durumunda, Kanuni fobisi.
Peki bu korku ne kadar gerçektir? Biliyoruz ki, korku, objesi gerçek olsa da, kökenleri korkan varlıkta bulunan bir duygudur. Avrupa’nın bilinçaltına, kökü 8. yüzyıla kadar geriye giden bir İslam korkusu yerleşmiştir ve anlaşılan bu korku, günümüzde de devam etmektedir. Hala Avrupa Birliği’ne girişimizi Kanuni’nin Viyana’ya girişine benzetmelerinin sebebi, korktukları objenin benliklerini fethedeceği paniğidir.
Kanuni hakkında yanlış bildiklerimiz
Peki Kanuni nasıl bir hükümdardı? Yani Avrupalıların korktukları kadar var mıydı?
Burada bir özeleştiri yapmanın zamanıdır. Tarih kitaplarımızda Kanuni’ye çok fazla haksızlık yapıyoruz. İşte Hürrem Sultan’ın elinde oyuncak oldu, işte Fransızlara kapitülasyonları verdi, işte Osmanlı’nın dibine kibrit suyu döktü vs.
Bu çocukça yargıların tarihte yaşamış Kanuni’yle en ufak bir alakası yoktur. Şunu soralım: Hürrem Sultan’ın en çok istediği, Şehzade Bayezit’in tahta çıkmasıydı. Peki çıkabildi mi? O zaman demek ki, Hürrem’in de her istediği olmamıştı.
Kapitülasyonlar da pekala Osmanlı ekonomisine en az 200 yıl nefes aldıran ekonomik bir tedbirdi. Unutmayalım: İzmir, Selanik ve Halep limanları kapitülasyonlar sayesinde parladı. Kapitülasyonlar 19. yüzyılda başımıza bela olduysa, bir insanın 300 yıl sonrasını da görmesini nasıl bekleyebiliriz? Buna hakkımız var mı? Yani şimdi hükümetin aldığı bir kararın 2307 yılında da geçerliliğini koruyacağının garantisi mi var?
Kanuni’nin adının neden ABD Senatosu’nda dünyadaki büyük kanun yapıcıların yanına yazıldığının sırrını anlamak çok mu zordur? Barbaros’u Fransa Kralı’nı kurtarmaya yollayan da, Bağdat’ı Şiilerin egemenliğinden kurtaran da, Kudüs’ü yeniden inşa eden de, Budapeşte’nin bugünkü kimliğine kavuşmasını sağlayan da, İstanbul’u Mimar Sinan’la el ele vererek nakış nakış işleyen de, Divan edebiyatındaki gazel yazma rekorunu kıran da, yazdığı mektuplarda yönetim felsefesini ve dünya görüşü ortaya koyan da oydu.
1566 yılında, 70’ini aşmış ve ikinci emeklilik döneminin sonuna gelmişken hasta yatağından kalkıp at üstünde bin küsur kilometrelik yolu tepen bir insana daha yakından bakmalı değil miyiz? Üstelik bu sefere çıktığı sırada ancak iki kişinin yardımıyla tuvalete gidebiliyordu ihtiyar Kanuni. Üstün performansını 26 yaşında tahta geçtiğinde de, 72 yaşında Zigetvar’ı fethe çıktığında da koruyabilmiş olması ve toplumun hep önünde yürümesi, ona yeterince büyüklük kazandırıyor zaten.
Kanuni’nin tek derdi Avrupa’ya hakim olmak değildi kuşkusuz. Evet, Avusturya üzerine düzenlediği ve tarihlerimize “Alaman seferleri” diye geçen askeri harekâtları, Şarlken’i sonunda pes ettirmiş ve savaş meydanlarından kaçırmıştı. Macaristan’da istediğini kral yapmış, istemediğini devirmişti. Doğru ama Kanuni’nin Kafkaslar ve Orta Doğu ile Akdeniz’e düzenlediği seferler de onun salt bir Avrupa patronluğu için değil, bir “cihan hakimiyeti” düşüncesiyle hareket ettiğini yeterince gösteriyor.
Ne var ki, Kanuni’nin kendisini nasıl gördüğünü anlamak önemli. Mesela yazdığı çok sayıda mektup elimizdedir. Bunlar içinde Hürrem Sultan’a yazılanlar kadar Bali Paşa’ya yazılan da çarpıcı satırlarla doludur. Ancak galiba en etkili mektubu, Habsburgların efsanevi kralı Şarlken’e yazdığı mektuptur. Bu mektupta hem kendisini, hem de muhatabını hangi ölçülerle değerlendirdiği açık bir biçimde görülür. Mektuba, ‘Avusturyalıların da korktuğu kadar varmış’ dedirten tamamen ‘emperyal’ bir hava hakimdir.
Kanuni Avrupa’nın patronu olmak istemişti. Mölzer’in korkusu, bu isteğin geçmişle sınırlı olmadığı kaygısından kaynaklanıyor.
İşte o mektup
Ben ki sultanların Sultanı, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Erzurum’un, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın, Luristan’ın, Acem’in, Mısır ve Şam’ın, Halep’in, Kudüs’ün ve bütün Arabistan vilayetlerinin, Bağdat, Basra, Yemen memleketlerinin, Kırım ve Macar tahtına ait yerlerin ve daha kılıcımızla alınmış nice ülkelerin Padişahı Sultan Süleyman Şah’ım. Sen ki, İspanya vilayetinin kralı Karlo’sun. Yüce kapımıza sen ve kardeşin ayrı ayrı mektuplar gönderip bize dokunmayın diye ricada bulunmuşsunuz. Merhamet ederek size 5 yıl süreyle dokunmamak üzere eman verdik. Ancak bir şartla: Bu sürede benim topraklarıma ‘kurudan veya yaştan bir sebeple’ saldırmayacaksınız. Korumam altında bulunan Fransa Kralı ve Venedik Doçu’na da dokunmayacaksınız. Mutluluk dağıtan kapımız size daima açıktır. Ne zaman isterseniz başvurabilirsiniz.
Vahdettin, Venizelos’tan daha mı kötüydü?
“Atatürk bir zamanlar ülkesini işgal eden Yunan Başbakanı Venizelos’a dahi dostluk elini uzatmaktan çekinmedi. Çünkü onun için ebedi düşman diye bir şey yoktu. Türk İstiklâl Savaşı bu zihniyet içinde muvaffak oldu.”
Alman tarihçisi Jaeshke’nin bu gönül okşayan satırlarını okuyunca şunu anlıyor insan: Atatürk düşmanlarını bile affetmişti, çünkü onun için ebedi düşman diye bir şey yoktu.
Güzel; lakin acaba 1930’larda Türkiye’yi yeniden, tabii bu defa ‘dost’ sıfatıyla ziyaret eden Venizelos’a özel karşılama törenleri düzenlendiği için övünenler, acaba aradan 85 yıl geçtiği halde Vahdettin’i neden affetmeye yanaşmıyorlar? Onbinlerce insanı öldürüp sakat bıraktıran Yunanlıları dost diye bağırlarına basanlar, hazineden bir tek altını cebine atmadan yurt dışına kaçan ve orada İngilizlerin tekrar Türkiye’ye dönmesi yolundaki cazip tekliflerini geri çeviren Vahdettin’in Süleyman Demirel’in deyişiyle, bin yıl daha ‘hain’ olarak bilinmesinin yararı üzerine nasıl nutuklar atabiliyor? Anlamak mümkün değil.
Anladığımız bir şey varsa resmi tarih var gücüyle direniyor. Son kalelerinden birisi de Vahdettin’in hainliği. Korktukları, bu koltuk değneği de ellerinden giderse nasıl ayakta duracakları. Venizelos’u bile affeden resmi tarih Vahdettin’e neden bu kadar direniyor sanıyorsunuz?