Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
“Iskat” ve “devir”
Halis ECE
“Iskat” ve “devir”
"Iskat” lûgatte, düşürmek demektir. “Devir” de, döndürmek, çevirmek manalarınadır.
Dinî ilimler ıstılahında ise, kişinin sağlığında edâ edemediği namaz, oruç, kurban, adak, keffâret gibi ibadetlerinin, vefatından sonra fakirlere fidye ödenerek düşürülmesine ıskat tabir edilmekte... Ve bu maksatla ayrılan meblağın yeterli olmaması durumunda uygulanan yönteme de devir denmektedir.
Vefat eden bir mü’minin kazaya kalmış beş vakit farz namazları ile vitir namazlarının affedilmesi (uhdesinden düşürülüp manevî sorumluluğundan kurtulması), umuduyla verilen fidyeye (bedele) yani yapılan tasadduk işlemine ise “ıskat-ı salât” (namazı düşürmek) denir.
Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerimde şöyle buyurmuştur: “Ey İnananlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah'a karşı gelmekten sakınasınız (takva sahibi olasınız) diye, size sayılı günlerde farz kılındı. İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutar. Oruca dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir. Kim gönülden (fidyenin dışında fazladan bir) iyilik yaparsa o iyilik kendisinedir...”(1)
Ayet-i celilede görüldüğü üzere oruç tutmaya gücü yetmeyen çok ihtiyar veya iyileşme umudu kalmayan hastaların, fidye vermeleri gerektiğine dair açık hüküm bulunmaktadır. İslâm âlimlerinin çoğunluğu, bu âyetten hareketle, mazeretli veya mazeretsiz orucunu tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için fidye ödenebileceğini ifade etmişler; oruç borcu olan kişilerin ölmeden önce bu hususta vasiyette bulunmalarını tavsiye etmişlerdir. Çünkü ölenin bu noktada vasiyetinin bulunması, bu kıyas (ölümden sonraki durumu hayattaki durumuna kıyas) hükmünü daha da kuvvetlendirecektir. Böyle bir vasiyette bulunulmuşsa; defin masrafı, varsa borçları düşüldükten sonra, terikenin üçte birinden bu vasiyetin yerine getirilmesi gerekir. Vasiyet yoksa; mirasçılar isterlerse miras malından, miras bırakmamış veya bıraktıkları yeterli değilse, kendi mallarından teberru’ (bağış) olarak da verebilirler. Keza yabancı bir kimse tarafından, ölen adına yapılacak tasaddukun sevabı da o mü’mine ulaşır.
***
ISKAT-I SALÂT
Gelelim “ıskat-ı salât” meselesine… Yani namazla alakalı fidye mevzuuna…
Hasta ölmüş, başı ile ima/işaret ederek de olsa kılamadığı namazları varsa, bu namazların kazası için herhangi bir vasiyette bulunması gerekmez.
Ancak işaret yoluyla da olsa kılmaya gücü yettiği halde kılmadığı/borçlu olduğu namazlar varsa, ölen kimsenin bu namazların sorumluluğundan kurtulabilmesi ümidiyle, adına tasadduk yapılabilmesi için malının üçte birinden vasiyette bulunması gerekir. Bu takdirde terikesinin (ölenin geride miras olarak bıraktığı malının) 1/3'ünden, hesaplanacak her farz namaz ve vitir namazı sayısınca namaz fidyesi verilerek, affedilmesi için Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunulur.
Bu fidyenin miktarı oruç fidyesi kadar olup, bu da yarım sâ’ buğdaydan ibarettir.(2) Ancak esasta bir fidye, bir yoksulun günlük yeme-içme masrafına denk bulunmalı; kısacası verilecek fidye miktarında temel ölçü bu olmalıdır.
***
Ve yine ölen kimse, oruçta olduğu gibi ıskat-ı salât için de bir şey vasiyet etmemiş ise, mükellef mirasçılardan birisinin veya birkaçının teberru’ olarak vereceği mal yahut para ile de ıskat-ı salât muamelesi yapılabilir.
Bir kimse hayatta iken namaz için fidye veremez. Çünkü bu namazları kaza etme/edebilme ihtimali vardır. Fakat bunları kaza edemeyeceğini dikkate alarak vasiyette bulunursa, bu vasiyet ölümünden sonra mirasçıları varsa terikenin üçte birinden, mirasçısı yoksa malının tamamından yerine getirilir.
***
DEVİR MESELESİ VE USÛLÜ
Namaz fidyesi için ayrılan para yeterli olmazsa, bu işlem, devir yoluyla on fakire veya yine bu yolla bir yahut birkaç fakire verilebilir. Yani bir miktar para fidye olarak fakire/fakirlere verilir, o da bunu alıp kabul ettikten sonra tekrar iade eder, aynı para tekrar fakire fidye olarak verilir ve bu işlem fidye meblağına ulaşıncaya kadar devam eder. Öteden beri yapılagelen devir usûlü budur. Dileyen kabul eder, dileyen etmez. Ona bir diyeceğimiz olamaz. Biz meseleyi imkânlarımız-vüs’atimiz nisbetinde ilmi bir çerçevede enine-boyuna ele almaya çalıştık. Sonrası okuyanların bileceği iştir.
Dilerseniz bunu bir misalle açmaya-anlatmaya çalışalım. Mesela bir yıllık namaz borcu olan kimse ölse, bir aylık namazı vitirle birlikte 180 vakit, bir yıllık namazı ise 2160 vakit eder. O yılın fidyesini 6 lira kabul edersek bir aylık namaz fidyesi, 1.080 lira olur. Iskât-ı salât için de mesela yalnız 1.506 lira ayrılmışsa, bu meblağ on fakire 108’er lira olarak hibe edilir. Fakirler de aynı parayı tekrar, ölünün mirasçısına hibe ederler. Bu hibeleşme 10 defa devir edildiğinde, bir yıllık namazın toplam fidye tutarına ulaşılır. Ancak kişinin ne kadar kaza borcu olduğu genelde bilinemeyeceğinden, ihtiyaten mükellef olduğu bütün yıllar hesaba katılarak devir yapılır. Şöyle ki:
Ölen kişi erkek ise on iki, kadın ise dokuz yaşından sonraki yaşadığı yıl hesap edilir Bu zaman içinde namazlarını kılmış olsa bile, bunların kılınmasında noksanlar bulunacağı düşüncesi ile bütün bu müddet içindeki namazları için fidye verilmesi tercih edilir. Mesela, ölen bir erkeğin ömrü yetmiş yıl olsa, bunun elli sekiz senesi için her namaz karşılığında bir fitre miktarı fidye verilir, ya da devir yapılır.
Namaz fidyesinden sonra; oruç, kurban ve yemin keffâreti için ayrıca para ayrılıp hesaba katılmamışsa, bunlar için de tekrar “devir” yapılır. Nafile olarak başlanıp bozulduktan sonra kaza edilmemiş namazlar, adanmış fakat kılınmamış namazlar ve yine adanmış ama kesilmemiş kurbanlar için de bir miktar devir yapılır. Hatta yapılmamış tilavet secdesi de bir vakit namaz sayılarak bundan dolayı da fidye verilir.
Namaz fidyesinin tamamını bir fakire bir günde vermek caizdir. Fakat oruç ve yemin keffâretleri böyle değildir. Bu fidyeler bir günde bir şahsa ancak bir tane verilebilir, toptan verilemez. Ya da ayrı-ayrı kişilere verilir. (keffâretlerle ilgili daha geniş bilgi için “Keffâret nedir, kaç kısma ayrılır?” başlıklı yazımıza bakılabilir.)
***
ISKAT-I SALÂTIN HÜKMÜ
Namaz için fidye vermeye dair açık bir delil ve icma’ yoktur. Ayrıca bu usûl, delille sabit olan oruç fidyesine kıyas yolu ile de kabul edilmiş değildir. Bu bir ihtiyat işidir; hassas-dikkatli-ölçülü, güzel, tedbire dayalı bir davranıştır.
Fidye ile oruç borcunun düşeceği nass (ayetle, kesin delil) ile sabittir.
Nitekim bazı Hanefî âlimleri edille-i fer’iyye’den istihsan deliline dayanarak bu işi güzel bulmuşlar ve bu noktada namazı oruca benzetmişlerdir. Hatta namaz oruçtan daha önemlidir; bu yüzden kazasına imkân bulunmayan namazlar için fidye vererek, Cenâb-ı Hakk’tan af dilemek bir ihtiyattır, demişlerdir. Mesela bu cümleden olarak İmam Muhammed eş-Şeybanî (rh.) “Ziyâdât” adlı eserinde “namaz fidyesi, namaz borcu için 'İnşaallah kifayet eder/yeterli olur” demiştir. Zira fidye ile namaz borcunun düşeceği nassa veya kıyasa dayansaydı, daha kesin bir üslup kullanılması gerekirdi. Meselenin Allah’ın meşiyyetine/dilemesine bırakılması, bunun bir ümit olduğunu gösterir. Mü’min ise zaten “korku ve ümit arasında olan kişi” değil midir? Allah’ın rahmetinden, af ve mağfiretinden de ümit kesilmeyeceğine göre, bu da güzel bir uygulamadır, diyebiliriz.
Fahru’l-İslâm İmam Pezdevi (rh) Usûl’ünde şöyle diyor: “Namaz hakkında fidyenin cevazına (yeterli olacağına), oruç hakkında hükmettiğimiz gibi hüküm veremeyiz. Ancak namaz hakkında fidyenin lütfen kabulünü Allah tarafından bir ihsan olarak isteriz."
Diğer yandan İmam İbnü’l-Hümâm (rh.) gibi içtihad etme derecesini kazanmış bir zatın da, “Fethu’l-Kadir” adlı eserinde; Hanefi imamlarının istihsânına göre, namazın oruca benzediği, oruçla fidye arasındaki alakanın, namazla fidye arasında da sabit olduğu ifade edilmiştir. Eğer bu benzerlik sabit olursa maksat hasıl olmuş, netice elde edilmiş olur. Değilse, namaz fidyesi bir birr u ihsan/iyilik ve ikram kabilinden olur. Birr ve ihsan ise kötülükleri yok eder. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz iyilikler kötülükleri yok eder.” (3)
Keza temel fıkıh kitaplarımızdan Kuhistanî'de de şöyle deniliyor: "Eğer ölü, namaz için fidye verilmesini vasiyet etmemiş ise, velisinin bağış yapması caizdir. Bunun müstahsen (güzel) bir iş olduğu görüşünde ihtilaf/ayrılık-gayrılık yoktur. Bunun sevabı ölüye ulaşır."
***
S O N U Ç
Bu usûl, bazılarının sandığı gibi, sonradan İmam Birgivî hazretleri tarafından ileri sürülmüş bir şey değildir. Doğrusu; bu mesele, yukarıda da açıklamaya çalıştığımız üzere, Hanefî fıkhı üzere yazılmış en eski eserlerde de bu şekilde mevcuttur.
İşin hakikati; bizler hiç bir zaman namaz fidyesi ile namaz borçlarımızın ödenmiş olacağını ileri sürmeyiz-süremeyiz. Fakat tarafımızdan âcizane verilecek sadakalar, yapılacak hayırlar vesilesiyle de, Allah'ın lûtfuna-fazl u ihsanına kavuşmaktan ümidimizi kesmeyiz. Halis bir niyetle yapılan hiçbir hayır ve iyilik Allah yanında boşa gitmez. Verilen sadakalardan ve yapılan vakıflardan dolayı mü’minin amel defterine daima sevab yazılır durur.
Şunun da bilinmesi gerekir ki; bir ölü vasiyet etmediği takdirde, onun varisleri, geriye bırakmış olduğu maldan fidye vermek zorunda değildir. Hele varisler fakr u zaruret içerisinde iseler, bir gelenek ve iyilik düşüncesi ile bu fakir varisleri fidye vermeye yöneltmek uygun bir davranış olmaz. Bilhassa varisler arasında çocuklar ve yetimler de varsa, bunların hisselerinden fidye verilmesi asla caiz olmaz.
Bir de kendileri ile devir yapılacak kişiler arasında çocuk, bunak, deli, zengin ve gayr-i müslim bulunmamalı... Bu hususlara mutlaka dikkat edilmelidir.
Ayrıca; namaz, oruç, yemin ve adak gibi borçlar için, kişinin ölümünden sonra verilen bu fidyelerin bir esbâb-ı mucibesi (gerekçesi) olması gerekir. O bakımdan mü’min, ölümünden önce bu gibi yerine getiremediği farz ve vacip ibadetleri tesbit ederek mümkünse sağlığında kaza ve telâfi etmeye gayret göstermeli... Bu mümkün olmadığı takdirde servetinin üçte birine kadar olan kısmını, vasiyetnâme düzenleyerek bu iş için tahsis etmelidir. Eğer ayrılan servet bu borçları karşılamazsa, bundan sonra Cenâb-ı Hakk’ın, kişinin gücünü aşan bu fazlalığı mağfiret etmesi/bağışlaması umulur.
Oruç keffâretinde Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) yoksul sahabeye gösterdiği kolaylığı burada bir kez daha hatırlayarak mevzumuzu noktalayabiliriz.
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Bir adam Rasûlüllah’a (s.a.v.) gelerek;
- “Mahvoldum” dedi. Rasûlüllah;
- “Seni mahveden şey nedir?” buyurdu. Adam:
- “Ramazanda eşimle cinsel ilişkide bulundum” dedi. Rasûl-i Ekrem;
- “Bir köle azad et” buyurdu. Adam;
- “Köle bulamam” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.);
- “Peşpeşe iki ay oruç tut” buyurdu. Adam;
- “Buna da gücüm yetmez” deyince, Rasûl-i zî-şân (s.a.v.);
- “Altmış yoksulu doyur” buyurdu.
Buna da gücü yetmeyince, bir sepet içinde hurma getirildi. Allah’ın Rasûlü ona, bunları yoksullara tasadduk etmesini söyledi.
Adam, Medine’de kendilerinden fakir kimse olmadığını söyleyince, Rasûlüllah (s.a.v.) gülümsedi ve şöyle buyurdu:
- “Git; bunları aile ne yedir.” (4)
DİPNOTLAR
(1) Bakara suresi, 2/183-184.
(2) 1 sâ’, şer’î dirheme göre, 2, 917 kg.; örfî dirheme göre ise 3,333 kg. eder.
(3) Hud suresi, 11/114; İbn Abidin, 1, 685; eş-Şürrünbülali, Merakı’l-Felah, 24.
(4) eş-Şevkani, Neylü’l-Evtar, 4, 214.