Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Bölünmüş Hayatlar

BUGÜN, hangi ehl-i dinin iç dünyasını paylaşırsanız paylaşın, kendisine dair gizli ya da açık bir yakınma duyarsınız. Bu yakınma, hepimizin şu veya bu düzeyde içinde bulunduğumuz bir hale ilişkindir: Bilip de yapamama...

Bildiği halde yapamamak, her birimizi elbette bunaltıyor. Rabbinin emrine uygun davranmıyor olma hüznü ve günaha giriyor olma ızdırabıyla içimizi yandırıyor. Ama, tüm bunlara rağmen, ‘bilip de yapamama’ hali, şu veya bu derecede, devam ediyor.

Meselâ, bugün namaz kılmayan pek çok insanın, namaz kılmanın farz olduğunu bildiğini görüyoruz. Biliyor, ama yapamıyor. Namaz kılan birçok insan, sabah namazına kalkmanın da farz olduğunu biliyor. Biliyor, ama zaman zaman kalkamıyor. Tesettüre bürünmeyen birçok insan, tesettürün farz olduğunu bildiği halde örtünemiyor. Tesettüre bürünen birçok insan ise, tesettürle herşeyin bitmediğini bilse bile, o ‘herşey’i yapmayı bir türlü başaramıyor.

Böylesi gerçekler, neyin ne olduğunu bilmenin; nelerin haram, nelerin helâl olduğunu öğrenmenin, Allah’ın bize neyi emredip neleri yasakladığından haberdar olmanın tek başına yeterli olmadığını belgeliyor. Helâl olduğunu bildiğimiz çok şeyi yapamıyor, haram olduğunu bildiğimiz çok şeyi ise terkedemiyoruz. Rabbimizin rızasına uyanı da, uymayanı da biliyor olmamız, O’nun rızasına uymayan davranışlardan bizi her zaman alıkoyamıyor.

Bu, madalyonun bir yüzü.

Diğer yüzünde ise, emri bilmekle kalmayıp yerine de getirdiğimiz örnekler bulunuyor. Ama burada da, yaptıklarımızın çoğunu içten gelerek, tam bir rıza ve teslimiyet içinde yapamıyoruz. Meselâ, kalkmayı başardığımız sabah namazlarına, kimi zaman, tam bir gönül huzuruyla değil, ‘mecburen’ kalkıyoruz. Aynı şekilde, Rabbimizin emrine uyarak kendimizi israftan alıkoyduğumuz zamanlarda, içimizde âdeta bir nimetten mahrumiyet hissi depreniyor. Keza, yine Rabbimizin emrine uyarak bir gıybeti terkederken, içten içe ‘büyük bir zevkten mahrum olma’ duygusu yaşıyoruz.

Madalyonun her iki yüzünde yaşanan bu hal ise, inandığı Rabbe lâyıkınca kul olamama halet-i ruhiyesi içinde, yüreğimizi yakıyor. Bu hal, kimi zaman müthiş bir ümitsizliği ve yılgınlığı netice veriyor. Öyle ki, bu yüzden kendi imanından şüphe edenler de çıkabiliyor aramızdan; böyle bir sorgulamanın ağırlığına dayanamayıp herşeyi boşlayabilenler de...



II.

Aslında, problem çok ‘basit’ bir noktadan başlıyor. Hepimizin dünyasında yer etmiş olan, farkına varıldığında ‘basit’liği alabildiğine göze çarpan bir noktadan...

Zihin dünyamıza bir sıralama yer etmiş durumda: İman ve İslâm. Açıkçası, önceliği ‘iman’a veriyor; ve ‘iman’ ettikten sonra, sıranın ‘İslâm’a, yani inandığımız Allah’ın emrettiği üzere yaşamaya, diğer bir deyişle ‘imanın gereklerini yerine getirmeye’ geldiğini düşünüyoruz.

Bu sıralamanın kendisinde, elbette bir problem bulunmuyor. Bilakis, bu sıralama bir gerçeği işaretliyor. Gerçekten, Rabbinin emirlerine, ancak ve ancak o Rabbe inanan insanlar uyuyor. Hiçbir yerde, “İnanmıyorum, ama emrine uyuyorum” gibi bir söz zaten duyulmuyor.

Ama, gözden kaçan ilk husus şu: İman ile İslâm’ı birbirinden kopuk iki ayrı daire, iki ayrı alan olarak düşünüyoruz. İslâm zihnimizde bir son durak olarak canlanırken; imanı, ona giden bir ilk durak gibi tahayyül ediyoruz. “İmandan İslâm’a” gidişi, meselâ İstanbul’dan Bursa’ya gitmek gibi düşünüyoruz. Nasıl Bursa’ya gelindiğinde İstanbul artık gerilerde kalıyorsa, bir kere ‘İnandım’ deyince, ‘iman’ faslında yapılması gerekenin artık bittiğini sanıyoruz. Sonraki tüm çabalarımızı da, doğrudan ve yalnız ‘İslâm’ faslına, amel noktasına sarfediyoruz. En ciddi kaymayı da, işte bu noktada yaşıyoruz.

Oysa, imanları ayan-beyan ortada olan sahabilere seslenen Kur’ân’ın durmaksızın kâinatı da şahit göstererek Allah’ın varlığını, birliğini ve isimlerini hatırlatıyor olması bize gözümüzden kaçan şu gerçeği bildiriyor: İman etmek bir süreçtir; başlar, ama hiç bitmez. İman, ne bir ara duraktır; ne yalnızca bir araç. İman ile İslâm, canla beden, etle tırnak, motorla araba misali, ayrılmaz bir bütündür. İman bir daire, İslâm onun yanında ama ondan ayrı bir daire değildir. İman bir daire, İslâm da onun içindeki bir dairedir. İmandan İslâm’a, iman hakikatlerinden amelî pratiklere, iman esaslarından ilahî emirlerin tatbikine uzanan süreç, dikey bir yolculuktur— iki ayrı daire veya iki ayrı ülke arasında yaşanan yatay bir yolculuk değil. Dolayısıyla, insan, ancak imanı ölçüsünde İslâm’ı yaşar. İslâm dairesinde, imandaki terakkisi nisbetinde ilerler.

A binasından B binasına giderken, bir temeli bırakıp başka bir temele dayanmış olur insan. B binasına geldiğinizde, artık A binasının temellerine ihtiyacınız yoktur. Ama, çok geniş daireleri ve çok sayıda katları bulunan bir binada, hangi daireye ve hangi kata çıkarsanız çıkın, temel aynıdır. Hep aynı temel üzere olursunuz. Hep aynı temele dayanmanız gerekir. İman, işte böyle bir temeldir—hangi daireye yönelirseniz yönelin, hangi kata çıkarsanız çıkın, daima kendisine dayanılan bir temel...

Yaşadığımız açmazların ve çelişkilerin özü işte buradadır. İman temeli sağlam olmayınca, ehl-i dinin hayat binası, herhangi bir sarsıntıda hemen darbe almaktadır.


III.

Gözden kaçan ikinci husus, ‘İman’ın tarifidir. Nedir iman? “Bir Yaratıcının varlığını kabul ediyorum” demekten mi ibarettir? Keza, insan inkâr etmeyince iman etmiş mi olmaktadır?

İmana dair zihinlere yer etmiş tarif, genel olarak, bu iki hususla sınırlıdır. Bir Yaratıcı var diye kabul ediliyorsa, Allah’ın varlığı inkâr edilmiyorsa, iman meselesinin hallolduğu şeklinde yaygın bir anlayış bulunmaktadır.

Oysa, en başta Rabbimizin kelâmı olarak Kur’ân, bunun böyle olmadığını vurgular. Onun, “Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah’tır” diyen ama hâlâ inkâr eden insanlardan söz etmesi, bahsini ettiğimiz iman tarifinin yeterli olmadığının delilidir. Nitekim, bu âyetten tam ders alan selef-i sâlihîn ısrarla “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır” diye gelmiştir. ‘İman=inkâr etmemek’ değildir. İman yalnızca “Bir Yaratıcı var” diyebilmek de değildir. Sahih ve sağlam bir imandan söz edebilmek için, Risale-i Nur müellifinin belirttiği üzere, her bir şeyde O’nun kudretinin damgasını, rububiyetinin mührünü görmek, doğrudan doğruya herşeyden O’nun nuruna karşı bir pencere açıp O’nun birliğine ve herşeyin O’nun kudret elinden çıktığına şahitlik etmek, O’nun uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir veçhile hiçbir ortağı ve yardımcısı olmadığını tasdik edip iman getirmek, ve O’nun huzurunda olduğumuzun şuuruyla yaşıyor olmak gerekmektedir.

Bu ise, Allah’ı yalnız bir isminin cüz’î bir veçhesiyle tanımanın ötesinde birşeydir. Hâlik, yani Yaratıcı ismi, O’nun güzel isimlerinden yalnızca biridir. O Hâlik’tır, ama aynı zamanda, Kadîr, Alîm, Rab, Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Muhsin, Hakîm, Hakem, Azîz, Cebbar, Ehad, Samed, Hayy, Kayyum..dur da. Dolayısıyla O’nu gerçekten tanıyor ve O’na tam anlamıyla iman ediyor olmak için, O’nu ‘tüm güzel isimler O’nun olan’ Zât-ı Zülcelâl olarak tanımak gerekmektedir.

Bu noktada, iman, dikey ve yatay diyebileceğimiz iki ‘tanıma’yı gerektirir. Hem, kâinat üzerinde görünen her fiilden O’nun isimlerine gitmeyi; hem de O’nun her bir ismini yalnız cüz’î bir noktada tanımakla kalmamayı gerektirir. İlki, ‘dikey’ bir tanımanın, ikincisi ‘yatay’ bir tanımanın ifadesidir.

İnsan Allah’ı, meselâ kendi Yaratıcısı olarak tanıdı diyelim. Bununla kalamaz. Zira O, sair insanların da Yaratıcısıdır. Yalnızca insanların değil, tüm canlıların Yaratıcısıdır. Yalnızca canlıların değil, zerreden galaksilere var olan herşeyin de Yaratıcısıdır. Ve, onları bir kez yaratıp da kendi hallerine bırakmış; veya ‘tabiat’a, ‘şans’a, ‘sebepler’e teslim etmiş değildir. Mahlukatı üstündeki yaratma fiilini her an tecelli ettirmekte; her sene, her gün, hatta her an yeni birer kâinat halketmektedir. Allah’ı yalnızca Hâlik ismiyle tanıyor olmak için, O’nun yaratma vasfını bu şekilde tüm kâinat üzerinde sürekli görmek gerekmektedir.

O’nu yalnızca ‘Hâlik’ ismiyle tanımakla sınırlı da değildir iman. O’nu tüm isimleriyle tanımak; ve her bir ismi için aynı açılımı gerçekleştirmek de gerekmektedir. Risale-i Nur’un en kritik bölümlerinden biri olan “Yirmidördüncü Söz”de vurgulandığı gibi, insan eğer her bir ilâhî ismin cilvesinden sair isimlere intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlik isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir...

Şirk tehlikesinden uzak, sahih ve sağlam bir iman, işte böylesine yoğun bir cehdi gerekli kılmaktadır. Bize en başta İman-ı Billah’ı öğreten Kur’ân’ın Allah’ı ‘bütün güzel isimler O’nun olan’ Zât-ı Zülcelâl olarak tanıtması, işte bu gerçeğe işaret etmektedir.

Açıkçası, bu Kur’ânî ferman açısından, imanın tarifi marifetullahı da içermektedir. Marifetullahsız bir iman, olsa olsa taklidî bir iman düzeyinde kalmaktadır.

Oysa, bugün birçok ehl-i din ‘marifetullah’ kavramından dahi habersiz olduğu gibi, haberdar olanların hatırı sayılır bir kısmına göre, ‘marifetullah’ ancak içe kapanık veya ‘mistik’ bazı müslümanların iştigal ettiği bir alandan ibarettir.

Bugün “İslâm, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını ifade eden bir kurallar bütünüdür” gibi, doğru ama insanı şevkle ve iştiyakla o kurallara uymaya yöneltmeyen semeresiz tariflerin ortada dolaşmasının bir sebebi, işte bu noktadır. Oysa, Allah’ın emirlerine uymamız, O’nu tanımamız nisbetinde olacaktır. Nitekim, Kur’ân’ın sunduğu iman tarifi, Allah’ı bütün güzel isimleriyle tanıma süreci olarak ‘marifetullah’ı da içinde barındırır. Marifetullah ise muhabbetullahı...


IV.

Güneşin, sabahları dağların ve bulutların arasından her an yeni bir renk cümbüşü içerisinde ağır ağır günyüzüne çıkışını; veya akşamları camlara, deniz yüzüne ve de sokakları tatlı bir kızıllık bırakarak elveda deyişini seyretmeyi herkes sever. Niye gündoğumu veya günbatımı karşısında dakikalarca öyle durup kaldıklarını sorun. Cevap, “Bu manzarayı çok seviyorum” şeklindedir. Veya, “Bu görüntü çok hoşuma gidiyor.” Ardından, ‘bu manzarayı niye çok sevdiğini’ sorun. Cevap şu olacaktır: “Çünkü çok güzel.”

Bir bebeğin masum yüzü, bir papatyanın narin çehresi, bir kedinin süt yudumlayışı, bir martının uçuşu, yaz geceleri Samanyolu’nun bütün görkemiyle gecenin karanlığını şenlendirmesi, incecik hilâlin evlerin azıcık üstünde yeni bir ayı haber verişi.. karşısında da aynı duygu yaşanır. İnsan, hepsini sever; çünkü hepsi güzeldir.

Peki, güzel olan, mükemmel olan birşey neden sevilir? Bu sorunuzun cevabı ya “Bilmem” olacaktır; yahut “İşte.” Ötesi yoktur. Çünkü, cemal ve kemal zâtında sevilir. ‘Nedensiz’ sevilir.

Öte yandan, sevdiği karşısında, fedakâr, muti ve teslimkârdır insan. Sevmediği bir dakikalık işten kaçınırken, sevdiği manzaralar karşısında saatlerini seve seve feda eder. Isınamadığı birinin en zarurî bir ihtiyacını bile zoraki karşılarken, sevdiğinin küçük bir arzusu uğruna nice cefaya katlanır. Anneler kendisi için bile kıyamadığı uykudan, sevdiği küçücük yavru için feragat eder. Bir seven, sevgilisi için nice uykusuzluğa, nice meşakkate, nice yola, nice harcamaya ve nice gönül yorgunluğuna razı olur. Başkası istediğinde yapılmayan veya isteksizce yapılan, sevgili istediğinde en büyük sevinç ve lezzet unsuru haline gelir.

Bir diğer açıdan, tanıma ile sevme arasında mutlak bir bağlantı vardır. Sevgiler, tanıdıkça, mecraını bulur. Hiç görmediğiniz ama güzel olduğunu zannederek sevdiğiniz biriyle buluştunuz, diyelim. Onu görüp tanıdığınız o anda, size göre güzel olmayan bir yüzle karşılaşmışsanız, sevginiz sönüverir. Ama, size göre güzel olan birinin ilk bakışta sizi cezbeden güzel yüzünün yanısıra, güzellik, olgunluk ve kemal yüklü başkaca hallerine de muhatap olduğunuzda, sevginiz muhkemleşir. Daha da sağlam bir hâl alır.

Yalnız şefkatli olduğunu zannettiğiniz birine, şefkati dolayısıyla, bir yakınlık duyarsınız. Onun aynı zamanda çok hikmetli işler yaptığını, bilerek ve en uygun olanı gözeterek hareket ettiğini gördüğünüzde, yakınlığınız daha güçlü bir sevgiye dönüşür. Onun yaptığı işi mükemmel biçimde yaptığını gördüğünüzde, sevginiz bir kat daha güçlenir. Ondaki güzel halleri ve kemal sıfatları tanıdığınız ölçüde, sizin ona olan sevginiz de sağlamlaşır. Sevginiz sağlamlaştıkça, aranızda kopması zor bir bağ oluşur—sevdiğinizi, en küçük bir konuda bile üzmek, incitmek, rencide etmek istemezsiniz.

Ve insan, ihsan edene karşı perestiş eder. İhsanın karşılığı ancak ihsandır. Size tebessüm eden bir kişiye karşı çatık kaşla duramazsınız. Size gülümseyen bir bebeği tokatlayamazsınız. Size dostça uzanan bir eli yumrukla karşılayamazsınız. Size ikramda bulunan bir kişiyi karşılıksız bırakamazsınız. İnsan, küçük ya da büyük, kimden ihsan ve ikram görürse, ona yine bir ihsan tavrıyla karşılık vermek ister.

Tüm bu insanî hallerin, emr-i ilahî karşısında yaşadığımız ‘bilip de yapamama’ hallerine bakan bir boyutu vardır. Güzel bir tabloyu seyreden biri, o tabloyu sevdiği gibi, o tabloyu yapanın sanatını da elbette sevecektir. “Tabloyu seviyorum, ama ressamın sanatını hiç beğenmedim” sözü, ancak akılsızlara özgüdür. Eseri seven, müessiri de sever. Sanatı seven, sanatkârı da sever.

İşte, gözümüzün önündeki tüm güzellikler, sevmemiz gereken bir Güzeller Güzeli’ni bize fısıldıyor. O Cemîl-i Zülcelâl’i sevemiyor muyuz? İçimizde O’na yönelik bir sevgi kıpırtısı hissedemiyor muyuz? O halde, tüm o güzellikleri O’ndan bilmiyoruz; başka başka şeylere dağıtıyoruz, sevgimizi onlara pay ediyoruz demektir. Gündoğumu ve günbatımına duyulan sevgi Güneş ve Dünya ikilisinde kalıyorsa; Güneşi ve Dünyayı başka nice hikmetler yanında o güzelim manzaralar için de istihdam eden Birini tanımıyoruz demektir. Haydi o Birini tanıyoruz diyelim; en azından, o noktada tanımıyoruz demektir. Gerçekten tanısak, sevgimizin asıl adresi O’na yönelirdi çünkü. O zaman, yağmurun yağışı, rüzgârın esişi, dolunayın bulutlar arasından geçip gidişi, martıların üstümüzde süzülüşü, balığın suyun içinde kuyruk ve yüzgeçlerini zarif biçimde oynatarak yol alışı, anne kuşun yavrusuna yem aktarışı, bir bebeğin masum masum gülüşü, dağların mor-lacivert karışımı bir renk uyumu içinde sıra sıra dizilişi.. tüm bunlar, ve bunlar gibi nice güzellik, bize o güzel yapılışların ardındaki Sanatkârı bildirir ve O’nu sevdirirdi.

Keza, zihnimiz ve kalbimiz sağa-sola dağılmadan yine o adresi bulsaydı, yahut gaflet zindanları içinde unutulup kalmasaydı; sonuçta gene O’na gider, bize O’ndan haber getirirdi. Her ikisi de derdi ki, herşeyi en güzel ve en mükemmel bir şekilde var eden o Sâni-i Zülcelâl, aynı zamanda her bir şeye çok hikmetler yüklüyor. Cemîl ve Sâni olduğu gibi, Hakîm’dir de. Herşeyi biliyor; herşeyin herşeyle ilişkisini biliyor, ona göre yapıyor. Alîm’dir de. Bilmekle kalmıyor; yapması için tüm kâinata hükmü geçen bir kudrete de sahip olması gerekiyor. Yaptığına göre, Kadîr ve Hâkim’dir de. Hem var ettiği herşeyin ihtiyacını görüyor, rızkını veriyor, onlara merhamet ediyor, onları sayısız nimet, ihsan ve ikramlara garkediyor. Rahman, Rahîm, Rabb, Rezzak, Hannan, Mennan, Kerîm, Mun’im ve Muhsin’dir de.

Bunları bilmekle kalmayıp, O’nun bize dönük sevgisini ve üzerimizdeki nimetini hatırlasa, insan ne yapar? Bize vücud ve hayat vermesi, dünyaya geldiğimiz andan itibaren şefkatli bir sinede en safi ve halis gıdayla bizi beslemesi, sonrasında önümüze ayrı ayrı görünüm, koku, biçim ve tad taşıyan ayrı ayrı nimetler sunması karşısında insana ne yapmak düşer?

Hele, yalnızca midemizi doyurmakla kalmayıp gözümüzün önüne papatyadan göğün yaldızlı yüzüne kadar sayısız güzel manzara; kulağımızın önüne kuş seslerinden dalgaların sesine kadar sayısız hoş melodi sunması; keza ayrı ayrı latif kokular bahşetmesi; ayrıca, bizim için zararlı olacak şeyler karşısında gerek görünümü karşısında bir tiksinme, gerek kokusu karşısında bir uzaklaşma, gerek sesi karşısında bir ürkme hissi verişi; bize akıl ve kalb verişi, akıl ve kalb için bir hidayet rehberi olarak Kitab’ı ve nebileri gönderişi.. karşısında ne yapmaz insan?

Tüm bu nimetleri gerçekten bilsek ve gerçekten O’ndan bilsek, O’nun emrine tâbi olmakta bu kadar zorlanır mıyız?

Her güzel şeyi beğenen, her güzellik sahibini seven, sevdiğini hoşnut kılmak için en zor isteği karşısında bile nazlanmayan, ve en küçük bir ihsanı bile donuk bir yüz, boş bir kalb ile karşılamayan insan, bu eşsiz güzelliğin sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl’in; bu eşsiz ihsanların sahibi olan Muhsin–i Kerîm’in emirleri karşısında ne yapmaz ki?

Hiç yapmıyorsak, tanımıyor ve sevmiyoruz demektir. Nazlanarak, mecburen, isteksizce yapıyorsak, O’nu gereğince tanıyıp sevmiyor ve ihsanlarını gereğince hissetmiyoruz demektir.

Kısacası, ilâhî emirlerin ifasındaki her aksaklığın, O’nu tanıma ve sevme noktasındaki bir aksamayla ilgisi vardır. Aksaklığın tedavisi de, öncelikle marifetullah ve muhabbetullah noktasında bir inkişaf, uyanış ve tecdide bakmaktadır.


V.

Açıkçası, bizi seven Biri var.

O, bizi sevdiğini, bize sunduğu bunca hediye, bunca güzellik, bunca rızık ve ihsanla gösteriyor.

Bizi seven, bizim de O’nu sevdiğimizin nişanesi olarak, bizden ubudiyet istiyor. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele istiyor.

Bunun için, bize sunduğu bunca ihsan ve ikramın yanında, bizim anlayacağımız dilde bir pusulayı, bizden biri aracılığıyla gönderiyor:

“Ey ahali, şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi O’nu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız... Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi, itaat ile O’na muhabbet ediniz...”

Hem, her emrinde, bizim için çok hikmetler ve rahmetler gizlemiş bulunuyor. Bizden, fıtratımıza ve varoluş amacımıza uygun şeyler istiyor. Fıtratımıza ters şeyler de emretmiyor.

Bizden, her gün beş vakit namaz kılmamızı istiyor sözgelimi. Ve, sayısız nimetlerle rahmetini bildiren bir Rahman-ı Rahîm olarak istiyor. Her bir şeye dercettiği sayısız hikmetlerle hikmetinin sonsuzluğunu bildiren bir Hakîm-i Kerîm olarak istiyor. Bizi bizden daha iyi bilen; bize bizden daha yakın olan bir Alîm-i Basîr olarak istiyor. Herşeye gücü yeten, bizim hiçbir şeyimize muhtaç olmayan bir Samed ve Kadîr olarak istiyor. Adaleti gereği, verdiği bunca kabiliyeti ve ikramı gören ile görmeyeni ayırmak üzere cennet ve cehennemi yaratan; ama kullarının cehennem ehli olmamasını isteyen; bunun için Kitab’ı ve hikmeti veren ve nebileri gönderen; hatasından döneni affeden ama isyanında inat edeni Mahkeme-i Kübrasına sevkeden bir Gafûr ve Cebbar, bir Vedûd ve Kahhar, bir Hannan ve Azîz, bir Zülcelâl ve Halîm olarak istiyor.

İstediği hiçbir şeyi, hâşâ, laf olsun diye istemiyor.

Bizi seviyor.

Başıboş kalalım, fanilerden beka umarak hayatımızı zehredelim ve ateşlerde yanalım istemiyor.

Bunun için de, bu dünyada bu güzellikler içinde yaratılış amacımızı gerçekleştirip cennete lâyık bir hâl almamızı sağlayacak emirler gönderiyor.

Buna karşılık, bu emirlere uymuyor veya isteksizce uyuyorsak, O’nu gereğince sevmiyoruz demektir. Gereğince sevmemek ise, gereğince tanımamanın göstergesidir.

Dolayısıyla, çözüm, ‘imanın içindeki marifetullah’ta ve ‘marifetullah içindeki muhabbetullah’ta düğümlenmektedir.





Metin Karabaşoğlu..

kaynak:zaferdergisi.com


Genel Konular

MollaCami.Com