Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
Kaza Bela Sandığı
Bazen halktan insanların masumane tutumlarını din adına hurafe olarak nitelemek, bir yanıyla modernizmin tasallutuna, bir yanıyla da dinî mevzulardaki “aydın” cehaletine işaret etmektedir.
Kasiyere hesap ödemek üzere önümüzde bulunan müşteri arkasındakilere döndü, “Hurafe bunlar!” dedi yüksek sesle. Şaşkın şaşkın baktığımızı görünce ilave etti: “Sadaka diye üç kuruş verip musibetlerden kurtulacaksın! Akıl alacak iş mi şimdi bu? Böyle hurafelerle güzel dinimiz ne hale sokuldu!”
Kasiyerin bulunduğu yerin yakınına kumbara şekline getirilen büyükçe bir camekân yerleştirilmiş, üzerine de “kaza bela sandığı” yazılmıştı. Göründüğü kadarıyla müşteriler hesaptan artan bozuklukları sadaka niyetiyle buraya atıyorlardı. Adam bu yardım toplama tarzına kızmıştı anlaşılan.
Osmanlı’daki “sadaka taşları”na nispetle şık durmayan bir uygulamaydı bu. Sadakanın “bozukluklardan kurtulma”ya indirgendiği, yardıma muhtaç olanların burada biriken paraya vasıtasız ulaşamayacağı iddia
edilebilirdi. Ama “hurafe” yaftası hiç uymazdı bu görüntüye. İtiraza zaman kalmadı. Adam söylene söylene çekip gitmişti. Bu iddiayı kafalarını sallayarak tasdik eden diğer müşterilere de, mahcup tavırlarıyla
bunu bir kusur gibi kabullenen personele de “Hayır, böyle değil” deme imkânım olmadı. Aslında hurafe ithamıyla din adına ahkâm kesmenin ne kadar çok kolaylaşıp yaygınlaştığının göstergesiydi şu tablo.
KARŞI ÇIKTIĞIMIZ KİMİN HURAFESİ?
Arapçada “bunamak” manasına bir mastardan türetilen hurafe, “saçma sapan söz, dayanağı olmayan inanışlar ve bu inanışların davranış haline gelmiş şekli” demektir. Hayatın her sahasında rastlanabilecek hurafeleri sadece dinle alakalı bir mesele gibi görmek, yaygın yanlışlardan birincisidir. Şüphesiz birçok hurafeye dinî bir kisve giydirilmiş, daha önceki dinlerin bu yolla tahrifi sebebiyle İslâm’da hurafelere karşı daha müteyakkız bir tavır telkin edilmiştir. Sonradan müslüman olmuş kavimlerin, alışkanlık ve cehalet saikiyle eski inanış veya ritüellerini sürdürürken bunları İslâm’ın icabıymış
gibi anlayıp takdim etmesi, dinde bulunmayan şeyleri varmış gibi göstermesi elbette birer hurafedir. Hurafelere karşı çıkmak, mani olmak hepimizin vazifesidir; fakat “hurafe”nin tarifinde anlaşmak kaydıyla.
Tarifte anlaşmak sanıldığı kadar kolay değil. Zira hurafenin “mantıkî temeli olmayan telakki ve uygulamalar” tarifindeki mantık, modernizmin galebesiyle “modern mantık” şeklinde anlaşılınca iş değişiyor. Bu mantığa göre akılla izah edilemeyen, akla sığmayan her husus hurafedir. Sözü uzatmaya hiç gerek yok: modern mantık bereketten kanaate, kıyametten ahiret âlemine kadar birçok dinî kabulü, hatta “vahy”e dayalı
olması hasebiyle dinin tamamını hurafe sayabilecektir. Dolayısıyla modern mantığın hurafe anlayışıyla İslâm’ın veya “müslüman aklı”nın hurafe anlayışı farklıdır. Biz akıl veya mantığa kendi haddi içinde kıymet vermekle beraber nassı (dinin hükümlerini) esas alırız.
Bir söz yahut fiilin şer’î dayanağı yoksa, o bize göre hurafe olabilir. Bu sebepledir ki bir meselede sırf beşer mantığına aykırı diye “hurafedir” hükmünü vermeden evvel iyice düşünmeli, bunun kaynaklarımızda bir dayanağının olup olmadığı araştırılıp soruşturulmalıdır. Bugün müslüman olduğunu söyleyen entelektüellerin bir kısmı, yine modernist bir bakış açısıyla “cahil” addettiği sıradan müslümanların bazı davranışlarına, sırf onlarla aynı kategoriye girmemek gibi kibir kokan bir endişe ile sorgusuz sualsiz hurafe yaftası vurabiliyor. Oysa bazen halktan insanların masumane tutumlarını din adına hurafe olarak nitelemek, bir yanıyla modernizmin tasallutuna, bir yanıyla da dinî mevzulardaki “aydın” cehaletine işaret etmektedir.
SÂDIK OLAN TASADDUK EDER
Doğruluk manasındaki “sıdk”, bağlılık manasındaki “sadakat” ve bir şeyin doğruluğunu kabul etmek manasındaki “tasdik” ile aynı kökten gelen “sadaka”, Allah rızası için yapılan her türlü yardım, iyilik, ihsan
nevinden herhangi bir atiyye demektir. Sırat-ı Müstakim üzere dosdoğru olmanın, Elest Bezmi’ndeki ahde sadakatin, iman esaslarını kalp ile tasdikin işareti sayıldığı için “sadaka” diye adlandırılmıştır. Zekât gibi “farz”, fıtır sadakası gibi “vacip” hükmündeki infak şekilleri de bu kapsama girmekle birlikte, sadaka ile daha ziyade nafile yahut mendup hayır hasenat kastedilir. Hükmü ne olursa olsun sadaka ibadettir, kulluğun icabıdır. Tasadduk etmeyen bir müslümanın sıdkı da, sadakati de, tasdiki de şüphelidir.
Meselenin bu kadar önemli olması sebebiyledir ki, Peygamber Efendimiz pek çok hadisinde müminleri sadaka vermeye teşvik etmiş, herkesin kendi şartları ölçüsünde mutlaka bir tasadduk imkanı bulabileceğini
misalleriyle anlatmıştır. Nitekim maddi yardımların dışında yerine göre güler yüzün, tatlı dilin, selam alıp vermenin, tesbihin, tahmidin, tehlilin dahi sadaka olduğunu Efendimiz s.a.v.’in bu meyandaki hadislerinden öğrenmekteyiz.
Bu hadislerin fark edilmesi, kıymetinin bilinmesi, tasadduk arzusunun “aşk” haline gelmesiyle mümkündür. Sadakanın bir aşk tezahürü olması için de imanını kalp ile tasdik eyleyebilen, istikamet sahibi, sadık
müminler zümresine girmek gerekiyor. Ecdat, tasadduk iştiyakını “aşk” haline getirdiği içindir ki başlı başına bir medeniyet sayılan vakışarı inşa edebilmiştir. Vakışar, sadakaya teşvik sadedindeki hadislere nasıl “harfiyen ittiba” edildiğinin, hadislerdeki her ayrıntının nasıl ihtimamla anlaşıldığının göstergesidir.
Mesela Osmanlı şehirlerinde yük taşıyan insanların dinlenmesi, gerektiğinde yüklerini kolayca sırtlayabilmesi için hayırseverler tarafından sadaka niyetiyle yolların uygun yerlerine bir metreye yakın yükseklikte “mola taşları” inşa edilmiştir. Bu tasadduk tarzı, Ebu Hüreyre r.a.’dan rivayet edilen, Buharî ve Müslim’de de kayıtlı, hangi hayırların sadaka olduğunun sayıldığı bir hadis-i şerifteki
“(Bir kimseye) yükünü üzerine koymanda yardım etmen sadakadır.” ibaresine harfiyen uyulduğunun tipik bir örneğidir.
AVAMIN ELİNDEN GELEN BUDUR
Sadaka niyetine para toplanan camekânın üzerine “kaza bela sandığı” yazılması da yine bunun gibi bir hadis hassasiyetinin, Peygamber Efendimiz’in sözlerine harfiyen riayetin bakiyesi idi. Zira hadis-i şerişerde sadakanın tasadduk edeni su-i hatimeden (kötü sondan), kabir azabından, cehennem ateşinden koruyacağı; günahları sileceği, ilahî gazabı söndüreceği, hastalık ve belaları önleyeceği beyan buyurulmaktadır. Beyhakî ve Suyûtî, Hz. Ali r.a.’dan rivayet edilen, “Sadaka vermekte acele edin; çünkü bela sadakayı geçemez.” mealindeki bir hadis-i şerife yer verir. Yine Beyhakî’nin kaydettiği başka bir hadiste ise: “Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin. Sadaka her hastalığı ve belayı önler.” denilmiştir.
Demek ki modern mantık nasıl anlarsa anlasın, hastalıktan, kazadan, beladan, musibetten korunmak için sadaka vermek, nassla sabit bir İslâmî kabuldür; hurafe değildir. Bir şey isterken “Allah kaza belâ vermesin!” niyazında bulunan sokak dilencilerinin bile dillerinde olsun yaşattığı bu inanışı bazı entelektüellerin hurafe zannetmesi hayli manidardır. Hatta Anadolu’da bazı yörelerde kadınların tasadduk edeceği bir metaı başlarının üzerinde üç defa dolandırıp “Başımın gözümün sadakası olsun” dedikten sonra vermesi dahi bu inanışa işarettir. Görüntü hoş değildir, âmiyânedir ama zeminindeki inanış sağlamdır.
Bir inanç inceliğini kendince tatbik eden halktan insanların şık durmayan tabii tarzlarını tenkit de insaf değildir. İnançların, vakıf örneğindeki gibi yüksek bir üslupla, incelikle, estetikle pratiğe aktarılması hiçbir zaman ve zeminde “avam”dan beklenen bir sorumluluk olmamıştır. “İnancın, faydanın ve estetiğin, biri diğerini zaafa uğratmayacak şekilde maddi unsurlarda telifi” demek olan medeniyeti avam kurmaz çünkü.
Öyleyse “Beyler utansın!” demek lazım.