Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
KADER
DOLMUŞ
Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu.
Yanına sokularak:
— Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var? Sıcak bir tebessümle:
— Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.
— Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.
Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.
— Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.
Saatime baktıktan sonra:
— 20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.
Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm.
içeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:
— İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?
Ön koltukta oturanı:
— Hak istiyorsan Hakkâri'ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş.
Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.
Sakinleşmeye çalışarak:
— Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor. Bu defa şoför lâfa karışıp:
— Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.
Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.
5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı
Şoför:
— Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak.
Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:
— Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.
Heyecanla:
— Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?
— Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar.
Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu.
Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:
— Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye'nin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir kamyonla.
ADIGÜZEL
Allah razı olsun kardeşim.. Ellerine saglık.. İşte böyle alma mazlumun ahını..........
Ma’lûm olsun ki; kader ile cüz’-i ihtiyârî mes’elesi Âlem-i islâm’da en ziyâde medâr-ı münâkaşa olmuş bir mes’ele-i îmâniyedir. Bu hususta fırak-ı dâlleden olan Cebrîye ve Mu’tezile ile hak olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat fırkasının hulâsa-i beyânları şöyledir:Cebrîler diyor ki: “Ef’âl-i insâniye dahi aynı âlem ve âlemdeki fıtrî kànunlar gibidir. Onda da kader hâkimdir. Cüz’-i ihtiyârî ve irâde-i insâniye yoktur. Kadere inanmak kâfîdir, irâdeye inanmaya lüzûm yoktur”. Mu’tezile ise: “Ef’âl-i ihtiyâriye-i insâniyenin şer kısmı doğrudan doğruya insandan sudûr eder. Kaderin burada taallûku yoktur. Yâni sâdece cüz’-i ihtiyârîye inanacaksın, şerde kadere inanmak yoktur” derler. işte bu iki fırka-i dâlle bu mes’eleden zuhûr etmiştir.
Bunlara mukàbil, hak olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat fırkası ise; “Ef’âl-i ihtiyâriye-i insâniyede, kat’î olarak hem cüz’î irâdeye ve hem de kadere berâberce inanmak lâzımdır”der.
وَإِن مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ عِندَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍ مَّعْلُومٍ
Kısa Mealleri: “Âlemde (yaş ve kuru) ne varsa hepsinin hazînesi bizim yanımızdadır.” وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلاَّ بِقَدَرٍ مَّعْلُومٍ “Biz onu ancak belli bir miktâr-ı muayyen içinde indiririz. Yâni bizim hazînelerimiz doludur, zaman zaman o hazînelerimizden, muayyen bir miktâr ve ölçü içerisinde indiririz”
(Hicr Sûresi-21, ibn-i Abbas, Beyzâvî).
وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ
“Biz her şeyi imâm-ı Mübîn’de saymışız, yazmışız ve hesaplamışızdır” (Yâsîn Sûresi,12).
Kader lügatta “miktâr, ölçü, program” kazâ ise hüküm mânâsındadır. Bâzı ulemâ, hâkimin verdiği karâra kazâ ve o karârın tatbîkine ise kader demişlerdir. Bâzı ulemâ ise, hâkimin verdiği karâra kader ve verilen hükmün icrâsına da kazâ demişlerdir. Kezâ imâm-ı Mâturîdî’ye göre “Kader programdır, kazâ icraattır”, imâm-ı Eş’arî’ye göre ise “Kazâ programdır, kader icraattır.”
Kader ve kazânın lügat mânâları ve bunlar ile alâkalı kaviller bilindikten sonra, mes’elenin ıstılâhi mânâlarına geçebiliriz.
Kader; şu kâinâtı, zerreden Arşa kadar program altına alıp, nizâm ve intizâm dâhilinde hareket ettiren ilm-i ilâhînin programıdır.
Kazâ ise; bu programın icrâ ve tatbîkine denir.
Veyâhut, o programa kazâ ve o programın icrâ ve tatbîkine de kader denilir. Ef’âl-i ihtiyâriye-i insâniye ve cinnîye de bu programın nizâmı içinde dâhildir.Ma’lûm olsun ki; kadere îmân etmekte iki mes’ele vardır:
Birincisi: Fıtrî kànunlara taallûk eden kadere îmân etmektir ki; bu kader ilm-i ilâhî’nin bir tezâhürü olduğu için buna îmân, hakàik-i îmâniyedeki tevhîd kısmına dâhildir. Risâle-i Nûrda tabiatı çürüten ve tevhîdi isbât eden bütün delîller bunun üzerinde durmaktadır. ilm-i ilâhî’nin bütün delîlleri, aynı zamanda kaderin bu mes’elesinin de delîlidirler.
İkincisi: Cüz’-i ihtiyârî-yi insâniye taallûk eden kadere îmân etmektir. Yâni insanın ef’âl-i ihti-yâriyesiyle tezâhür eden nesnelere taallûk eden kaderdir. Bu ikinci mes’elede ise iki şeye birden inanmak mükellefiyetindeyiz. Bunlardan biri kader, diğeri ise cüz’-i ihtiyârîdir. Yâni cüz’î irâdemizle yaptığımız her şeyde hem kaderin, hem de cüz’î irâdemizin hissesi vardır. Buna inanmak mecbû-riyetindeyiz. işte bu nokta, üç mezheb sâlikleri arasında cereyân eden bir medâr-ı münâkaşadır. Şöyle ki:
Cebrîye, kader ve cüz’î irâde hakkında, “Cüz’î irâde yoktur, her şey kaderden geliyor.
Nasıl mîdenin çalışmasında, tüylerin uzamasında irâde-i insâniye yoksa; elin kaldırılmasında, gözün açılmasında ve insanın sâir ef’âlinde de irâde-i insâniye yoktur. Yalnız kaderin hükmü vardır” demektedir.
Mu’tezile ise “Hâlık-ı şer insandır, kaderin taallûku yoktur. Allâhu Teâlâ günâhı yaratmaktan mukaddestir” diyerek gûya takdîs niyetiyle şerrin hilkatini Cenâb-ı Hakk’a vermeyip, “Şerrin hâlıkı insandır” demek sûre-tiyle insanı şerîk-i Bâri kabûl etmiş olmaktadırlar.
Biz Ehl-i Sünnet vel Cemaat ise; hem hayırda, hem şerde kaderin ve cüz’-i ihtiyârînin varlığını kabûl etmekteyiz. Her iki halde de; yâni hem hayırda ve hem şerde kader ve cüz’î irâdeden birini inkâr, insanı Ehl-i Sünnet vel Cemaatten çıkarıp fırak-ı dâlleye iltihâk ettirir.
1400 seneden beri ümmet 73 fırkaya ayrılmıştır. Bu fırkalar çeşitli isimler altında şekil değiştirmiş. Eski fırkalar yerine yeni fırkalar çıkmış. Meselâ; eskideki bazı fırak-ı dâlle yerine, bu asırda Kur’ân ve Sünnetin ahkâmına taraftar olmayan, “Menfî düşünen Demokrasici” ve “Sosyalist” nâmıyla yeni dalâlet fırkaları çıkmış-tır. Hem meselâ evvelde hadîs-i şerîf okumamayı kendine meslek ittihâz eden ve onları hüccet olarak kabûl etme-yen kimseler yok iken, bu asırda bu da çıkmıştır. Fırka-i dâlle, fırka-i dâlledir. Eskiden başka isimle, şimdi başka bir isimle olması durumu değiştirmez.
İnsan her şeyden evvel îmân etmekle mükelleftir. Îmân, tasdîk-i kalbîdir. Kayıtsız şartsız her şeyi Allah’a vermektir. Tasdîkten sonra islâmiyet gelir ki, o da tarafgirliktir. Yâni fiilen taraftar olmaktır. Tasdîk başka, iltizâm ve tarafgirlik başkadır. Meselâ: Biz Hz. isâ’ya (as) inanıyoruz. Fakat Hz. isâ’nın (as) dinine katılmış hurâfelere taraftar değiliz. Demek tasdîk başka, iltizâm ve tarafgirlik başkadır. Buna göre; Rasûl-i Ekrem’e de (asm) inanıyoruz. Fakat sâdece “inandık” demek kâfî değildir. Hem inanmak, hem de taraftar olmak lâzımdır. Fakat bunu yapınca da hayırlarda gurur başlıyor. Nefis “Bu hayırları ben yaptım” diyor, şerlerde ise kaderi gösteriyor. işte burada nefsi gururdan kurtarmak ve şerleri de kadere vermemek için mükellef olduğumuz husus; hayırlarda kaderi, şerlerde ise cüz’î irâdeyi ileri sürmektir. Gerçi her ne kadar biri birisiz olmazsa da, yâni kader ve cüz’î irâde, hem hayırda, hem şerde berâber mevcûd olduğu halde, hayırlarda kader ve şerlerde ise cüz’î irâde kullanılır. Bu sebeble ef’âl-i ihtiyâriye-i insâniyeye taallûk eden kader ve cüz’-i ihtiyâriyeye berâber îmân etmek, ilmî bir îmânın cüz’ü değil, belki hâlî ve vicdânî bir îmânın cüz’üdür. Yoksa ilmen isbât edilen bir mes’ele değildir. Kader ve cüz’-i ihtiyârî biri birisiz olmaz. Ama aşağıda açıklanacağı üzere; hayırlarda üçte iki hisse kaderin, şerlerde ise üçte iki hisse cüz’î irâdenin olmakla, hâlen ve vicdânen hayırları kadere ve şerleri cüz’î irâdeye vermek lâzımdır.
Sual: Kader ve cüz’-i ihtiyârînin, islâmiyet’in ve îmânın nihâyet hudûdunu gösteren hâlî ve vicdânî bir îmânın cüz’ü olması ne demektir?
Elcevab: Yâni bu mes’ele, îmânı inkişâf etmemiş ve islâmiyet’in emirlerini îfâ etmeyen kimselere bahsedilmez demektir. Kişi evvelâ îmân ederek islâmiyet’in emirlerini bihakkın îfâ edecek, ondan sonra bu yaptıklarıyla mağrûr olmaması için Kur’ân o adama, “Gururlanma kader var, o hasenât senin değil” der. Ammâ günâhlarını da bunun gibi kadere verip mes’ûliyetten kurtulmaması için de, “Cüz’î irâden var, günâhı isteyen ve kesb eden sensin” der. Yoksa namaz kılmayan, oruç tutmayan, hac yapmayan, keyfemâyeşâ hareket eden ve bütün günâhları işleyen birisinin kader-den bahsetmesi son derece hatâ olduğu gibi; böyle bir adama, îmân ve islâmiyeti kabûlünden evvel kader ve cüz’î irâdenin isbâtını yapmaya kalkmak da büyük bir hatâdır.
Hulâsâ: Bu mevzû, ehl-i dalâlete ve îmân ve islâ-miyet’i kabûllenmemiş kimselere anlatılacak bir mevzû değildir. Birçok kimse bu mevzûu îmân ve islâmiyet’i tam kabûllenmemiş kimselere anlatmaya çalışıyor ve altından çıkamayıp isbât edemiyorlar. Çünkü her şeyden evvel muhâtab ehil değil, münkirdir.Kadere baş kaldırmış, isyân bayrağını açmış, irâde-i cüz’iyesini hâkim kılmış birisine kaderi isbât etmek nasıl mümkün olabilir? Bu mes’ele Cebrîye ve Mu’tezile ile Ehl-i Sünnet arasında medâr-ı münâkaşa olan bir mes’eledir. Cebrîye ve Mu’tezile ise namazlarını kılar, oruçlarını tutarlar. Yâni bu mücâdele islâm dâiresi içinde vâkî olan bir mücâdeledir.
Mü’min her şeyi Allah’a vere vere, bu defa, “Mâdem ki her şeyimi Allah yaratıyor, teslim oldum, îmân ettim, her şeyin Allah’tan geldiğine inandım. Öyle ise günâhları da Allah yaratıyor ve ben her günâhı işleyebilirim, bir mes’ûliyetim yoktur” demesin diye, Kur’ân cüz’-i ihtiyâ-rîyi karşısına çıkarıyor ve, “Küfürler, isyânlar, bütün günâhlar ilâhî bir irâdeden değil, irâde-i insâniyeden doğuyor. Sakın ha! Günâha girme, kendini mes’ûl bil!” diye ona emreder.
“Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."
Evet, kader, cüz-i ihtiyarî, iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyarî, adem-i mes'uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imaniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mes'uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak; ve onlara in'âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyarîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyariyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir”. Şu noktaya dikkat lâzımdır: Erkân-ı îmâniyeyi beyân eden “Âmentü Duâsı” ki şöyledir:
امنت بالله و ملائكته و كتبه و رسله و اليوم الاخر و بالقدر خيره و شره من الله تعالى و البعث بعد الموت حق
Bu duâda “ و بالقدر” yâni “kadere îmân ettim”denildiği halde,daha sonra “ خيره و شره من الله تعالى ” yâni “Hayır da, şer de Allah’tandır” diye bir kayıd eklenmiştir. Bu kaydın eklenmesi, Mu’tezile’nin yanlış görüşünü reddetmek içindir. Çünkü Mu’tezile’ye göre sâdece hayırlar kaderdendir, şerler kaderden değildir. Bu sebeble “hayrihi ve şerrihi minallâhî teâlâ” demekle Ehl-i Sünnet’in i’tikâdı tesbît edilmektedir.
Hem yine bu duâda “اليوم الاخر و”;yâni “Âhiret gününe îmân ettim” denildiği halde, daha sonra“ و البعث بعد الموت حق”; yâni “öldükten sonra rûhen ve ceseden dirilme haktır” denmiştir. Bunun sebebi ise şudur:
Bazı bâtıl mezhebler Âhiret’in ve öldükten sonra dirilmenin var olduğunu kabûl ettikleri halde, bu dirilmenin cesetle değil de yalnız rûhen olduğunu iddiâ etmektedirler. İşte “ و البعث” (cesetle dirilip kalkmak), “بعد الموت” (öldükten sonra) “ حق” (haktır) kaydıyla, hem Mu’tezi-lenin ve hem de diğer bütün bâtıl mezheplerin görüşleri reddedil-mektedir.
Daha evvel de îzâh edildiği gibi, kadere îmânda iki mes’ele vardır. Biri fıtrî kànunlara taallûk eden kadere inanmak ki, bu ilmî bir mes’eledir. insanlara Allah’ın ilmini aklen isbât etmek ve kalbi de o yolda götürmek mümkündür. Çünkü bütün kâinât ilm-i ilâhînin delîlidir. Bütün harekât ilm-i ilâhînin programını isbât etmektedir. Fakat elini kaldırmak, gözünü açmak gibi ef’âl-i ihtiyâriye-i insâniyeye taallûk eden kadere ve cüz’-i ihtiyâriyeye inanmak ise ilmî bir mes’ele değildir. ilmî olarak, aklen bunu halletmek isteyen bir kişi dalâlete düşebilir.
Sual: Peki bu nasıl bir îmândır?
Elcevab: Bu hâlî ve vicdânî bir îmânın cüz’ü-dür.
Şöyle ki:
Gerek hayırda ve gerekse de şerde üç hâl var.
1- Muktazî (istemek): Kesbden önceki hâl, işi yapacak hâle getiren istek.
2- Cüz’î irâdeden zuhûr eden kesb.
3- Yaratmak/Halk.
İstemek, ilm-i kelâm ulemâsı tarafından “muktazî” diye tâbir edilmektedir. Cüz’î irâdeden meydâna gelen nesneye ise “kesb” denilir. Bir üçüncü olarak da “yaratma/halk” mes’elesi vardır. Şimdi bu üç şeyin hayırlardaki ve şerlerdeki vaziyetine bir bakalım:
Evvelâ şer olarak; meselâ bir adamın yaptığı bir gıybette, “muktazî, kesb ve yaratmanın” vaziyetleri şöyledir: Burada muktazî nefs-i insâniyeden çıkmıştır. Çünkü ona Allah “Gıybet et” dememiştir. Bilâkis Allâhu Teâlâ gıybet edilmesini istemiyor ve ondan râzı değildir. O halde burada muktazî nefs-i insâniyedendir. Kesb etmek, yâni irâdesiyle tatbîk sahasına koymak ise yine insandan çıkmıştır. Kesb ettikten sonra ise, o gıybet Allah tarafından yaratılmış ve vücûda gelmiştir. Demek şerri isteyen nefs-i insâniye, kesb eden irâde-i insâniye, netîcede onu yaratan ise Kudret-i ilâhiyedir. Çünkü yaratmak yalnızca Cenâb-ı Hakk’a mahsustur.
Kelime-i tevhîdi söylemeyi de hayra misâl olarak verebiliriz. Meselâ sen “لا اله الا الله” ”(LA iLÂHE iLLALLAH) dedin. Bunda da üç mes’ele vardır. Birincisi isteme, yâni muktazîdir. Bu kelimenin söylenmesini isteyen Cenâb-ı Hakk’tır. Eğer Cenâb-ı Hak rahmetiyle sana kendisini ezelden tanıttırmasaydı veyâ peygamberini göndermeseydi veyâhut da sana akıl vermeseydi, sen bu kelimeyi söyleyebilir miydin? Veyâhut akıl verse, fakat peygamber göndermeseydi aklın kâfî gelir miydi? Hayır. Demek ki bu kelimenin söylenmesini isteyen ve emreden rahmet-i ilâhiyedir. Cüz’î irâdesiyle kesb eden ise insandır. Yaratan ise elbette Allâhu Teâlâ’dır. Havayı gönderip, dili çevirerek o kelimeyi halk eden yalnız Cenâb-ı Hakk’tır. işte hayırda; yaratmak da, muktazî de Allah’tandır. Burada insanın hissesi ise yalnızca kesbtir.
Elhâsıl: Hayırlarda üç halden ikisi Allah’a âittir. Şerlerde ise bu üç halden ikisi insana âittir. Yâni hayırlarda “muktazî ve halk” Allah’a âittir, insanın sâdece kesbi vardır. Şerlerde ise hem “muktazî” ve hem de “kesb” insana âittir. Rahmet-i ilâhiye hiçbir zaman şerlerin ve günâhların muktazîsi olamaz. Bu sebeble günâh ve küfrün temeli insanın irâdesine dayanır. Onu nefs-i insâniye ister, cüz’î irâdesi ve cüz’î kudreti de kesbeder. Kudret-i Rabbâniye de tecellî eder, onu yaratır.
Bununla berâber, hayırlardaki kesb-i insânî ile şerlerdeki kesb-i insânî arasında mühim bir fark vardır. Şöyle ki:
Hayırlarda kesbten maksad, sâdece gelen emri kabûllenmektir. Cenâb-ı Hak “O hayrı yap” diye emretmiş, insan da bu emri kabûl ederek o hayrı kesbetmiştir. Şerde ise öyle değildir. Şerlerde cüz’î irâde, gelen emri kabûl etmeyip reddetmekte ve emr-i ilâhîye muhâlif hareket etmektedir. Bu sebeple şerlerdeki kesb-i insânî, hayırlara nisbeten daha kuvvetlidir. Şerlerde fâil irâde-i insâniyedir. Buna binâen şerler insana âittir ve onda tamâmen mes’ûldür. Hayırlar ise Cenâb-ı Hakk’a âittir ve bu hasenât ile insanın iftihâra hakkı yoktur. Bu hakîkatı Nisa Sûresinin 79. âyeti sarâhaten ifâde etmektedir:
مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِن نَفْسِكَ
Meâli: Sana hayırdan her ne isâbet etse, o Allah’tandır ve şerden her ne isâbet etse, o da senin nefsindendir.
Hak Teâlâ’nın günâhları yaratmasında ise pek çok hikmet gizlidir. insanın cüz’î ilmiyle bu hikmetleri tamâmen bilmesi ve kavraması mümkün değildir. Çünkü insan, kendi nefsine mahkûmdur ve kendi çevresine göre cüz’î düşünür. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ise cüz’î değil, küllîdir. Meselâ insan, zinâ ve katl gibi bir günâhı işlerken veyâhut küfre girerken cüz’iyyâta mahkûm kaldığından; yâni sâdece o zamânı, o mekânı ve o hissini düşünüp küllîleşemediğinden, o günâhı işlemektedir. Geçmişi ve geleceği düşünüp, o andaki hissinden kurtulup zamânın fevkıne çıkamıyor ve küllîleşemiyor.
Basar sıfatıyla bütün âlemleri ezelden ebede kadar görüp, ilmiyle bilen Hâlık-ı Zülcelâl ise gizli bir hikmete binâen bu şerleri yaratır. Meselâ, Hazreti Yahyâ (as) Yahudilerin eliyle öldürülmüştür. Burada gizli bir hikmet vardır ki, Hazret-i Yahyâ’nın (as) Cennet’teki makàmı-nı pek âlâ ediyor ve ayrıca ileride intikàmını alacağını da ona va’dediyor. Nitekim Yahyâ (as) öldürülürken cübbesine bulaşan kanının ileride yeniden tâzelenmesi, onun intikàmını alacak bir peygamberin gelmesine alâmet olmuş ve hakîkaten o kan hilâf-ı âdet tâzelen-diğinde zuhûr eden Resûl-i Ekrem (asm),bütün Yahu-dilerden onun intikàmını almıştır.
iHTAR:
“وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ” (Yâni, hiçbir
kimse bir başkasının günâhını yüklenmez, onun cezâsını çekmez.”(isrâ Sûresi,15) gibi âyetlerin ifâde ettiği kànun, şerîat-ı teklifiye denilen Şerîat-ı islâmiye’ye âit bir kànundur ve beşer dünyâda bu kànun-u adâletle hükmetmek zorundadır ve ayrıca Âhiret’te beşere de bu kànunla muâmele edilecektir. Fakat “Âdetullah” denilen ve kâinâtta câri olan şerîat-ı fıtriyede ise böyle bir kànun yoktur. işte bu sırra binâen, peygamberlerini katleden Yahudiler, bu fiillerinin cezâsı olarak târih boyunca katledilmişler, zillet ve meskenet altına girmişlerdir. Şu iki âyet-i kerime bu hakîkati ifâde etmektedir:
وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ اِلى يَوْمِ الْقِيمَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ اِنَّ رَبَّكَ لَسَريعُ الْعِقَابِ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحيمٌ
Meâli: ‘‘Yâ Muhammed (asm)! Rabbin Azze Şe’nuhû, kavm-i Yahud üzere kıyâmete dek, katl ve iclâ (sürgün) ve darb-ı cizye (cizye vermek) gibi tezlîl ve sû-i azâb eder kimseleri göndereceğini i’lâm ve hükm eyledi. Tahkik Rabbin Celle Şe’nuhû, âsîlerin ikàbında sür’at sâhibi ve tevbe edenlere de mağfiret ve rahmet edicidir. ’’ (A’raf - 167 ).
ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ
Meâli: ‘‘Kavm-i Yahud üzerine zillet ve meskenet damgası vuruldu’’ (Bakara - 61).
Binâenaleyh, “Sakın kimseye zulmetme! Muhakkak evlâdından çıkar” diye darb-ı mesel olmuştur. Meselâ bir zaman Kenânîler dünyânın en büyük devleti idiler. Şimdi dünyâda adları bile yoktur. Sâsânî Devleti 2000 sene dünyâya hükmetmiş. Şimdi dünyâda onların da namları yoktur. Kıptîler yâni kavm-i Fir’avn; zaman-larında bunlar da dünyânın ekserisine hükmetmişlerdi. Şimdi ise cisimleri olmadığı gibi, isimleri dahi yoktur. Emevîler de zamânında çok zulüm yaptılar. Fakat şu anda ise, eğer yeryüzünde bir Emevî varsa bile kendini inkâr eder, yâni sorsan kimse “Emevîyim” demez, çünkü utanır. Ama zamânında ne kadar şa’şaalı idiler
وَكَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنْ قَرْنٍ هَلْ تُحِسُّ مِنْهُمْ مِنْ اَحَدٍ اَوْ تَسْمَعُ لَهُمْ رِكْزًا
Meâli: Ey Habîbim! “Biz Senin kavminden önceki nice kâfir kavimleri helâk eyledik ki, onlardan hiçbirini görür müsünüz? Gizli seslerini işitir misiniz? (Yâni adları, sanları unutulmuştur)” (Meryem Sûresi, 9 âyet-i kerimesi bu hakîkatı ifâde etmektedir.iyilik yapanlara gelince; hadîste vârid olduğu üzere Cenâb-ı Hak, bir kulunu sevince Cebrâil (as)’a emreder: “Ben filân kimseyi sevdim, sen de sev”. Cebrail (as) da o kişiyi sever ve gökteki meleklere emreder, onlar da severler. Onlar da emri altındaki meleklere emrederler, onlar da kendi emrindekilere emrederler. Derken o adamın sevgisi, tâ yeryüzüne yayılır. Fakat bâzen de Allah’ın sevdiği insanlar kendi zamanlarında bilinmezler. Ama sonra gelen nesiller onlara selâm ve duâ gönderirler. Allah’ın va’di böyledir. iyiler için gelecek nesillere selâm, diğerleri için lânet bırakılmıştır. Bu kànun-u ilâhîdir.
Nemrut o kadar zulmetti, fakat sonunda mahvoldu gitti. Ona lânet edilirken, Hz. ibrahim (as) için Allâhu Teâlâ,
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الاَخِرِينَ سَلاَمٌ عَلَى إِبْرَاهِيمَ
“Biz de Hz. İbrahim (as)’a arkasından gelecek nesillerde selâm bıraktık” (Sâffât Sûresi,108-109) diye fermân ediyor. Kezâ arkadaki nesillerde Hz. Mûsâ (as)’a selâmı, Fir’avn’a lâneti; Hz. Rasûl-i Ekrem (asm)’a selâmı, Ebu Cehil’e lâneti; Hz. Hüseyin’e (ra) rahmeti, zâlimlere de lâneti, yâni rahmetten mahrûmiyeti bırakıyor. Bütün peygamberlere gelecek nesiller rahmet okuyor. Amma o Peygamber hayatta iken, zâlimlerin zulmünden dolayı o zamanda yaşayanlar, o peygambere rahmet okuya-mıyorlar. Kendi zamanlarında onlara ekseriyetle selâm verilmiyor. Çünkü peygamberlerin zamânında ekseriya hâkimiyet, zâlimlerin elinde olduğu için o zâlimler bırakmıyorlar.
Sual: Hakîm-i Rahîm o sâlih insanları niçin evvel ezdiriyor da sonra rahmet okutturuyor?
Elcevab: Tâ onlar sabredip mükâfatlarını alsınlar ve Âhiret’te kazansınlar, diğerleri de kaybetsinler. Kıyâmete kadar birine sevap gitsin, ötekine ise lânet yağsın.
Zâlimler, namları kalsın diye zulmettiler. Halbuki maksadlarının aksiyle tokat yediler ve silinip gittiler. Sâlihlerin ise dünyâda namları devam etti. Şâh-ı Geylânî (ra) zamanında çok idâreciler vardı. Şu anda onlardan hiçbiri bilinmiyor. Ama Şâh-ı Geylânî’yi bir çocuğa bile sorsan, bilir. işte bunlar ibretli hâdiselerdir. Bunlar akla şunu ihsâs ediyor ve isbât ediyor ki: Kader-i Rabbânî her şeyi bütün netîceleri ve bütün ahvâliyle külliyen ihâta eder ve bütün hikmetleri gözetir. Beşer ise o andaki hissine, zaman ve mekâna göre mukayyed olarak o günâhları kesbediyor. Öyleyse kader, şerlerin yaratıl-masıyla vücûda gelecek olan hayırları görür ve böylece o şerler yaratılır. Bu sebeble o şerler, netîceleri îtibâriyle hayır olur. Beşer ise o şerri kesbederken sâdece o andaki hissini düşünerek yapmaktadır. Bu sebeble o kesb şer olur.
“Evet, mânen terakkî etmeyen avam içinde, kaderin câ-yı istimâli var. Fakat, o da mâziyat ve mesâibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır.” Burada “geçmişte” ve “musîbetlerde” olmak üzere bir kayıt konuluyor. Yâni hayırlarda kader ve şerlerde cüz’-i ihtiyârî isti’mâl edilmesi lâzım olmakla berâber, mânen terakkî etmeyen avâm içinde, ancak mâzîde ve
musîbetlerde olmak kaydıyla kaderin isti’mâli câizdir.
Yoksa günâhlarda ve istikbâlde isti’mâli câiz değildir. Meselâ; bir kimseyi öldüren bir adama ye’sin ve hüznün ilâcı olması temennîsi ile, “Geçmiş olsun, Allah affetsin, bu da kadermiş” denilebilir. Fakat maalesef avâm içerisinde kader, bâzen günâhlarda da isti’mâl edilmektedir. Bu hususa dikkat etmek lâzımdır.
Günâhlarda ve istikbâliyâta âit mes’eleleri kadere isnâd etmek câiz değildir. O zaman kişi günâh işlemeye devâm edip çalışmakta da tembellik ederek Dünyâ ve Âhiret’te hasârete uğrar.Kader, iyilikleri Allah’a vermek, cüz’î irâde ise şerleri kendine almak içindir. Aksi olursa, yâni kişi iyilikleri kendine alır, kötülükleri ve günâhları da kadere (Allah’a) verirse; işte o zaman fahre ve gurûra girer. Maalesef şimdi ekser insanlar bu şekilde düşünmektedirler. Meselâ, dört başı ma’mûr bir insanı görünce kaderi hatırlamak lâzım gelirken hatırlamaz ve “Ne güzel insandır” derler. Fakat kör veyâ topal bir adamı görünce kaderi hatırlarlar. Bir adama bir musîbet geldiğinde veyâ bir kazâ olduğunda, yalnız orada kaderi hatırlıyorlar. Halbuki, o musîbet ona cüz’-i ihtiyârîden gelmişken, onlar yalnız kadere verip cüz’-i ihtiyârîye vermiyorlar. Meselâ; arabalar yolda kazâsız belâsız giderken kaderi hiç düşünmez, yalnız irâdelerine verirler.Ama bir kazâ olun-ca kaderi hatırlarlar. Şu anda ekser beşer, bu şekilde Kur’ân’ın emrine tamâmen ters düşünür olmuştur.
Kader, iyilikleri Allah’a vermek, cüz’î irâde ise şerleri kendine almak içindir. Aksi olursa, yâni kişi iyilikleri kendine alır, kötülükleri ve günâhları da kadere (Allah’a) verirse; işte o zaman fahre ve gurûra girer. Maalesef şimdi ekser insanlar bu şekilde düşünmektedirler. Meselâ, dört başı ma’mûr bir insanı görünce kaderi hatırlamak lâzım gelirken hatırlamaz ve “Ne güzel insandır” derler. Fakat kör veyâ topal bir adamı görünce kaderi hatırlarlar. Bir adama bir musîbet geldiğinde veyâ bir kazâ olduğunda, yalnız orada kaderi hatırlıyorlar. Halbuki, o musîbet ona cüz’-i ihtiyârîden gelmişken, onlar yalnız kadere verip cüz’-i ihtiyârîye vermiyorlar. Meselâ; arabalar yolda kazâsız belâsız giderken kaderi hiç düşünmez, yalnız irâdelerine verirler.Ama bir kazâ olun-ca kaderi hatırlarlar. Şu anda ekser beşer, bu şekilde Kur’ân’ın emrine tamâmen ters düşünür olmuştur.
Seyyiâtı isteyen nefs-i insaniyedir: ya istidat ile, ya ihtiyar ile” Burada istidât ve ihtiyâr (irâde) ayrı ayrı geçti. İstidâd, irâdenin öncüsüdür. İrâde yâni ihtiyâr, insandaki kudretin öncüsüdür. Bunlar bu sıra iledir. Aslâ ayrı ayrı müstakil şeyler değil, birbirini tâkip eden şeylerdir. Sırası ile önce cüz’î istidâd, sonra cüz‘î irâde ve daha sonra da cüz’î kudret gelmektedir. Aşağıda tesbit edileceği üzere bunlar mahlûk sayıl-mamaktadırlar. İlmî vücûdları olan mevcûdât-ı ilmiye ve mec’ûl-i İlâhîdirler.
“Nasıl ki, beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiâtı, çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden yine Haktır. Demek, sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes'uliyeti o çeker. Hakka ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır” Güneş çıktı, mevcûdâta vurdu. Kimisi siyahlaştı, kimisi parladı. Otlar gelişti, murdarlar ise kokuştu. Bu kokuşmanın suçu, elbette güneşin değil, kàbiliyet sâhiplerine âittir. Aynen bunun gibi, emirler ve nehiyler de Allah’tan geliyor. Meselâ: “Zinâ etme, katl yapma, gıybet etme, namaz kıl, oruç tut” gibi emir ve nehiyler geldiğinde bâzı insanların irâdesi bundan çiçek açar, hemen kabûllenir. Bu emir ve nehiyler, o insan için su gibi rahmetin vesîlesi olur. Bâzıları da bu emir ve nehiyler gelince, kokuşmuş madde gibi hemen irâdesini öne çıkarır ve emr-i İlâhîyi dinlemezler. Böylece gelen ışığı kapatıyor ve güneşten ışık alamıyorlar. Gelen bu emir ve nehiyler reddedilince de kokuşmaya başlıyorlar.
“İşte, şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir” Çünkü insan, şerri şer için işleyip, Allah’a karşı muâraza etmiş, emr-i İlâhîye zıt gitmiş ve günâhı işlemiştir. Evet insan nefs-i emmâresiyle günâhı işlemek istedi, muktazî insandan çıktı ve cüz’î kudret taallûk edip “kesb” dediğimiz şeyi de insan yaptı. Bu i’tibarla kesb-i şer şer oldu. Kudret-i Rabbâniyenin tecellî edip o işi halk etmesine gelince; kudret-i Rab-bâniye cüz’î bir ilme değil, muhît bir ilme sâhiptir. Netîceyi görerek, bir hikmete mebnî yaratıyor. O hikmeti ise akl-ı beşer kavrayamıyor. Cümlenin devâmında, Üstâd Hazretleri (ra) bu hususa şöyle bir misâl getiriyor:
“Nasıl ki, pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam diyemez, ‘Yağmur rahmet değil’. Evet, halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Evet günâhları yaratmakta hayr-ı kesîr vardır. Me-selâ; günâhlar yaratılmazsa ve küfür âlemi meydâna çıkmasa idi, yerden göğe kadar terakkiyâtları olan, bir anda âlemi arkasına alıp milyonlarca insan kadar
Ma’bûd-u Bi’l-hakk’a ibâdet eden binlerce peygam-berler (aleyhimüsselâm) ve milyonlarca evliyâ (rahime-humullah) olmayacaktı Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتًا لِلّهِ
‘‘ Muhakkak ki İbrahim (as) tek başına bir ümmet idi. Allah-u Teâlâya tam muti’ ve emrine kàim idi (Nahl/120)”. Yâni bir ümmette olan cümle hisâl-i hamîde yalnız onda cem’ olmuştu. Çünkü küllîleşmişti. Evliyâlar küllîleşerek ibâdet yapıyorlar (Hâşiye). Maalesef ekser insanlar bu noktayı fazla anlamıyorlar. Bir tek küllîleşmiş kişinin ibâdeti, hikmet noktasında diğer insanların pisliklerini hiçe indirir. İşte şerrin îcâdındaki hikmet budur
“Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesiri terk etmek, şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki abdin kesbine ve istidadına aittir” Bir tek mü’minin Cennet’e girmesi, bütün kâfirlerin Cehen-nem’e girmesinin zarârını telâfi ettirir. Çünkü bu müsbettir, vücûdîdir ve küllîdir. O ise menfîdir, yokluktur ve cüz’îdir. “Bu nasıl oluyor?” denilebilir. Şöyle ki: Birisi sultan olmuş, Küre-i Arz kadar bir memleket eline geçmiş. Diğeri ise haşarat gibi pisliğe girmiştir. Haşaratın bir kıymeti olmadığı gibi o kâfirlerin Cehennem’e gitmesi de ehemmiyetli değildir. Haşerat, nereye giderse gitsin haşerattır. Bir ferd-i insan, bütün bir haşarat nev’inden ne kadar yüksek ise, bir peygamber ve bir mü’min de bütün kâfirlerden o nisbette yüksektir. Onun için o şerr-i cüz’î hayır hükmüne geçer. Demek îcâd-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki çirkinlik abdin istidâdına ve kesbine âittir.
“Hem nasıl kader-i İlâhî, netice ve meyveler itibarıyla şerden ve çirkinlikten münezzehtir” yâni yukarıdaki yağmur misâlinde olduğu gibi, Cenâb-ı Hak yaratılış i’tibâriyle, şerlerin vücûduna terettüb eden bütün hayırlı netîceleri gördüğü ve bildiği için ve o netîceleri gözeterek ve kasdederek yaptığı için, o şerlerin halkında hayr-ı kesîr olduğu gibi kesb-i insâniye âit de şerr-i kalîl vardır. Meselâ, kâfirin küfrü ve zulmü mü’min için Cennet’i netîce veriyor. Bu küfür ve zulmün halk edilmesi de o netîce içindir. Hem günâhlar yaratılır ki ölçü olsun, mü’min de ona bakıp ibret alsın da Cennet’e girsin. O günâhı işleyenin Cehennem’e gitmesi ise ehemmiyetsiz olmakla berâber, zâten buradaki şer de onun kesbine âittir.
Kader, illet ve sebep itibarıyla dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini bina eder, kaderin ayn-ı adaletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî, mebde ve müntehâ, asıl ve fer', illet ve neticeler itibarıyla şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir”. Senin mahkûmiyetinin asıl illeti (sebebi) gizli katlindir. Hâkim ise bu hakîkî illeti bilmiyor. Bunun için seni, yapmadığın hırsızlıkla cezâlandırdı. Fakat o hâkim bu zâhirî sebebe bakarak hükmederken, hakîkatte orada asıl hükmeden Ahkemü’l-Hâkimin olan Allâhu Teâlâ’dır, yâni kaderdir. Burada beşer tarafından bir zulüm meydâna gelmiş, ama kader adâlet etmiştir. Çünkü beşer zâhire bakarak zulmetmiştir, kader ise hakîkî illet olan senin gizli katline bakarak seni mahkûm etmiştir.
Elhâsıl: Kader, illet ve netîce îtibâriyle çirkinlikten ve şerden mukaddestir. İllet i’tibâriyle hakîkî sebeblere bakar ve senin gizli suçlarının cezâsını vererek adâlet eder. Netîce i’tibariyle de seni Cennet’e götürür. Hâkim zulmediyor, ama kader illet îtibâriyle adâlet ediyor. Netîce îtibâriyle de günâhına kefâret ediyor ve seni Cennet’e koyuyor. Yâni Üstâd’ın da dediği gibi: “Musîbetler cinâyetin netîcesi ve mükâfatın da mukaddimesidir”.
Kesb-i insânî cüz’îdir. Ne ileriyi, ne de geriyi düşünür. Ne hakîkî illeti, ne de dünyânın ilerisini ve âhireti görür. Cüz’î olduğu için mes’eleyi ihâta edemiyor.
Ama kader-i Rabbânî ise; bütün geçmiş ve geleceği bir anda görür ve ona göre hükmeder. Kader-i Rabbânî günâhlara müsâade ederken; meselâ seni sirkatle mahkûm eden hâkime hükmü verdirirken, hem senin geçmişteki günâhını, hem gelecekteki mükâfatını ve hem de Cennet’teki yerini birden görüyor, ona göre hükmünü icrâ ediyor. Demek ki kader-i Rabbâni küllî görüyor. İnsanın cüz’î irâdesi ise cüz’î düşünüyor. Bu sebeple insan günâhlarından mes’ûldür.
Hem kader, hakîkî illetlere bakarken yalnız sana nazar etmez. Belki senin ceddine veyâ milletine dahi nazar eder. Çünkü daha evvel de îzâh edildiği gibi;
وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى (yâni,hiçbir kimse bir başkasının günâhını yüklenmez, onun cezâsını çekmez, İsrâ Sûresi, 15) gibi âyetlerin ifâde ettiği kànun, şerîat-ı teklifiye denilen Şerîat-ı İslâmiye’ye âit bir kànundur ve beşer dünyâda bu kànun-u adâletle hükmetmek zorundadır ve ayrıca Âhiret’te beşere de bu kànunla muâmele edilecektir. Fakat “Âdetullah” denilen ve kâinâtta cârî olan şerîat-ı fıtriyede ise böyle bir kànun yoktur. Meselâ: Cenâb-ı Hakk’ın bir âdetidir ki; kâfir babadan velî evladı, velî babadan kâfir evlâdı; fakir babadan zengin evlâdı, zengin babadan fakir evlâdı yaratır. Bin sene evvel fakir olan Amerika’dan bugün zengin bir devleti çıkarması, eskide korkak olan Hıristiyanlıktan bugünkü mütecâviz Hristiyanlığı çıkarması ve mücâhit olan Müslümanlardan bugünkü korkak Müslümanları yaratması buna açık bir delîldir.
Bir adam fakir düşmüş ve sebebini araştırıyor. Ama bir türlü bulamıyor ve bulamaz da... Çünkü, belki yüz sene evvelki babası bir zulüm etmiştir ve fakirliğinin sebebi de budur. Dedesinin zulmüne binâen fakir düşen bu adamın îmânı varsa, mükâfatını Cennet’te alacaktır. Evet Allâhu Teâlâ dünyâda böyle yaptı, ancak netîcesi îtibâriyle zulümden ve çirkinlikten mukaddestir, Âhiret’te o kişi mükâfatını alacaktır. Cenâb-ı Hak yaptığı işlerde geçmişi ve geleceği gördüğü gibi insanın hem dünyevî, ve hem de uhrevî geleceğini görür. Dünyâ ve Ahiret’i bir anda tasarrufunda bulundurur. Ona göre ahkâmını icrâ eder ve bundan dolayı da günâhları yaratması şer olmaz. Yâni halk-ı şer, şer değildir. Fakat insan, şerri nefsi için işlediğinden dolayı kesb-i şer şerdir. Ve kul bundan dolayı mes’ûldür.
Eğer denilse: "Madem cüz-i ihtiyarînin icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî hükmünde olan kesbden başka, insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanda, Hâlık-ı Semâvat ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş; Hâlık-ı Arz ve Semâvat, ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mü'mine yardım için kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?”
Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir” Adem demenin sebebi; küfür, isyân ve seyyienin, emr-i i’tibarî ve adem olan cüz’-i ihtiyârîye dayanmasından dolayıdır. Bu mevzûun îzâhı ileride gelecektir.
“Halbuki, azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye ve ademîye terettüp edebilir”. Cüz’-i ihtiyârî ve cüz’î kudret-i insâniye, vücûd-u hâricîsi olmayan birer emr-i îtibârîdir. Bütün günâhlar, küfürler de ademîdir ve bir nev’i adem olan yâni emr-i i’tibârî olan cüz’-i ihtiyârîye yüklenebilir.
“Nasıl ki, bir azîm sefinenin dümencisi, vazifesinin adem-i ifasıyla, sefine gark olup bütün hademelerin netice-i sa'yleri iptal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüp ediyor”. Bozmak kolaydır. Sefine dümencisi, sefinede bir deliği kapamamakla o sefinenin batmasına sebep olabilir. Bozmakla, bütün gemideki mürettebâtın çalışmalarını iptâl edecek kadar bir tahrîbât yapar. Bu sebeble meydâna gelen bütün zarârı da o dümenci tazmîn eder. Bozmadığı zaman ise, “Mâdem bozduğumda bütün zarârı ben ödüyorum, şimdi de bütün kâr bana âittir, hepinizin ücretini ben alacağım” demeye hakkı yoktur. Mürettebât, dümenciye, “Evet senin işin olmadan bu kâr husûl bulmaz, ama bizim işimiz olmazsa da bu kâr olmaz” derler. Yâni bir şeyin vücûdu bütün şartlarının berâberce vücûduna terettüb eder. O halde bir tek şartın ademi, yâni bir emr-i ademî o şeyin ademine sebeb olur. Demek bozmakta, bir kişi hepsi kadar bozuyor. Ama bozmamakta ancak kendi ücretini alabiliyor. Yapmakta, hepsi ortaktır. Fakat bozmakta, mes’ûliyet bir kişinindir. Çünkü bir tek şart bozulunca hepsi birden bozuluyor
Sual: Kur’ân’daki evâmir ve nevâhî nasıldır?
Elcevab: Bunlar emir ve nehy-i İlâhî olduğu, yâni Allah’tan geldiği için vücûdî sayılıyorlar. Her ne kadar ademî gözükseler de hakîkatte vucûdîdirler. Meselâ “Zinâ etme” diyor. Bu “etme” nehyi zâhiren ademî ise de Vâcibü’l-Vücûd olan Allah’tan geldiği için vücûdî sayılıyor. İnsanın irâdesinden çıkanlar ise, zâhiren vücûdî görünseler de ademîdirler. Çünkü, insanın adem olan irâdesine dayanıyorlar. Meselâ: Zinâ etmek, katl etmek insanın adem olan irâdesine dayandığı için ademî sayılmıştır. Hem kâinâtın hakîkatine ve evâmir-i İlâhiyeye karşı muâraza olduğundan dolayı da yokluk sayılmaktadır. Bir emr-i ademî ile gemide çalışanların sa’yinin boşa çıkması gibi; kâfir, bir anda bütün evâmir-i İlâhiyeyi inkâr ederek emr-i ademîye sebebiyet verir.
“Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nev'inden olduğu için, cüz-i ihtiyarî, bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zira küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzip ve bütün tecelliyât-ı esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esmâ-i İlâhiye namına, Cenâb-ı Hak kâfirden şedit şikâyet ve dehşetli tehdidat etmek ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek ayn-ı adalettir.
Madem insan küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar” Bir anda bütün kâinâtın esmâ-i İlâhiyeye olan şehâdetini, o esmâ ile berâber inkâr eder ve hem âleme de hakàret eder. Yâni üç hukùka birden tecâvüz ediyor ki; hem esmâ-i İlâhiyeyi inkâr, hem kâinâtın esmâ-i İlâhiyeye olan şehâdetini red ve hem de kâinâtın esmâ ile olan tezâhürâtını tezyîf ediyor. Elbette ki dehşetli cezâya çarptırılır. Kabûl ettiği takdirde ise, mevcûdu kabûl etmekten başka bir şey yapmamıştır.
“Onun için, ehl-i iman, onlara karşı Cenâb-ı Hakkın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhte etse, haylaz bir çocuğun o haneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmaya mecbur olması gibi, mü'minlerin de böyle edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için Cenâb-ı Hakkın çok inâyâtına muhtaçtırlar.
Elhasıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemâl-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü madem nefsini ve herşeyi Cenâb-ı Haktan bilir; o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes'uliyeti deruhte eder; seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdis eder, daire-i ubudiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudur eden kemâlât ve hasenatla gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder.
Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Çünkü nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet saikasıyla kâinatı esbaba verip Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder”. Şimdi böyle namazsız ve niyazsız bir adamın kaderden bahsetmeye hakkı olur mu? Cüz’-i ihtiyârîsinin esîri olmuş ve bütün evâmir-iİlâhiyeye karşı çıkmış olan bir adamın hakk-ı hayâtı bile olmaması gerekirken, nerde kaldı ki kaderden konuşmaya hakkı olsun!
Fiilini kendine ve esbaba verir, mes'uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıt ve mes'uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir”. Nefsin desîselerine kapılmış, cüz’î irâdelerini kendilerine hâkim kılmış kimselerin bu mevzûları konuşmaya hakları yoktur. Böyle kimselerle bu mevzûları konuşmamak ve onları da konuşturmamak lâzımdır.
İstifade edilir ümidiyle..........
Allah hepinizden razı olsun:)))