Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Sen ilmini kimden aldın?

Hatem-i Esem'in talebelerinden Ebu Abdullah el-Havas'dan nakledilen bir hikâye de işaret etmektedir. Ebu Abdullah şöyle anlatır:
- Hatem'le birlikte Horasan'a bağlı olan Rey şehrine girdik. Beraberimizde üçyüz yirmi kişi daha vardı. Sırtlarında ne yünlü cübbeler, ne de azıklarını muhafaza edecek bir torbaları vardı. Hatem'le birlikte hacca gidiyorlardı. Adı geçen şehirde derviş meşrebli bir tüccara misafir olduk. Bu zat, yoksulları seven bir kişi olduğundan o gece bizi de misafir etmişti. Sabah olduğunda Hatem'e şöyle dedi:
- Şehrimizde hasta bir fakih var; onu ziyaret etmeye gidiyorum; bana bir diyeceğiniz var mı?
- Bir hastayı ziyaret etmek büyük bir fazilettir; hele hele bir fakihin yüzüne bakmak ibadettir. Onun için ben de seninle birlikte ziyarete geliyorum.

Hasta fakih Muhammed b. Mukatil aynı zamanda Rey şehrinin kadısı idi. Fakihin evine geldiğimiz zaman güzel ve yüksek bir kâşane ile karşılaştık.

Hatem bir müddet düşündü ve sonra şöyle sordu:
- Bu gördüğüm bina hakikaten bir fakihe mi aittir?
O sırada kapı açılmış ve girmemize izin verilmişti. İçeri girdiğimiz zaman geniş salonlar, gayet kıymetli eşyalar ve bütün bu değerli şeylere uygun zengin perdelerle karşılaştık. Bu manzarayı gören Hatem'in düşünceli tavrı daha da kesin bir hâl aldı. Derken hastanın yattığı odaya girdik. Göze ilk çarpan şey odanın gayet kıymetli ve yumuşak halılarla döşeli oluşu idi. Hasta, gayet rahat bir yatağa uzanmış, başında da kendini yelpazeleyen bir hizmetkâr vardı. Ziyaretçi tüccar, hastanın yanına giderek oturdu. Hatem ise ayakta bekledi. Bir ara gözünü açan hasta ayakta gördüğü Hatem'e oturması için işaret etti. Bu işareti alan Hatem şöyle dedi:
- Ben oturmam.
- Bir şeye mi ihtiyacın var?
- Evet
- Nedir ihtiyacın?
- Senden bir mesele hususunda bilgi almak istiyorum. Hasta:
- Söyle bakalım neymiş meselen?
- Evvela yatağında dikilerek otur da ondan sonra sorayım suâlimi!'

Bunun üzerine hasta, yatağın içinde doğrularak oturdu. Hatem sualini sormaya başladı.
- Sen ilmini kimden aldın?
- îtimad edilen birçok âlimden.
- Onlar kimden öğrenmişlerdi?
- Allah'ın Rasûlü'nün ashabından öğrenmişlerdi.
- Ashab kimden öğrenmişti?
- Allah'ın Rasûlü'nden.
- Allah'ın Rasûlü kimden öğrendi?
- O da Cebrail'den, Cebrail ise Allah'tan öğrendi.
- Öyleyse söyle bana! Cebrail'in Allah'tan, Rasûl'ün Cebrail'den, sahâbîlerin Rasûl'den, senin hocalarının sahâbîlerden aldığı ilimde; senin evin gibi şatafatlı bir meskene sahip olan insanın Allah nezdindeki mertebesinin yüksek olduğuna dair bir bilgi varmı?
- Hayır!
- O halde sen nereden işiterek bu debdebeli hayata daldın? Daha doğrusu sana ders veren hocalar ne dediler bu konuda?
- Onlardan öğrendiğim şey şu olmuştu: Allah'ın indinde makbul bir kul olabilmek için, âhiret âlemine yönelmek, dünyaya tapmaktan kaçmak ve fakirleri sevmek, âhirete talip olup dünyaya bağlanmamak gibi yüce ahlâklar lâzımdır.
- Öyleyse sen bu işlerinde kime uydun? Hz. Peygambere mi,
sahabîlere mi, salih kimselere mi? Yoksa dünyada ilk tuğla ve taş evler yaptırıp içinde oturan Nemrud ve Firavun'a mı? Ey kötü âlimler! Sizin gibi dünyaya sarılan âlimler, halka çok kötü örnek oluyorlar. Böyle âlimleri gören halk 'Mâdem ki âlim böyle yapıyor, demek ki böyle yapmakta bir günah yok; ben ondan daha üstün ve faziletli değilim ya?' diyerek sizleri takip ediyor.

Bundan sonra hiçbir şey söylemeden oradan çıkıp gitti. Bu hâdiseden sonra İbn Mukatil'in hastalığı büsbütün arttı.

Hatem ile İbn Mukatil arasında geçenleri işiten halk, Hatem'i ziyaret etmeye başladı.

Bu arada içlerinden bazıları Kazvin şehrinde Tenafûsî isimli fakih bir zatın yaşadığını, onun debdebesinin İbn Mukatil'inkinden kat be kat fazla olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hatem, Tenafûsi'yi görmek için Kazvin'e gitti. Onu bularak huzuruna çıktı.
- Ey İmam! Allah'ın rızası üzerine olsun. Ben Acem diyarından gelme garip bir kişiyim; bana dinimin başını ve namazımın anahtarını öğretmeni istiyorum. Bu nedenle bana abdestin nasıl alınacağını öğretmelisiniz.
Tenafûsî 'Hay hay, başüstüne' deyip hizmetçisinden abdest kabını istedi. Hizmetkâr, emri yerine getirdi. Tenafûsî oturarak abdest almaya başladı. Bütün âzalarını üçer kere yıkayarak abdestini aldı ve sonra Hatem'e dönerek şöyle dedi:
- İşte abdest böyle alınır!
- Lüften yerinizden ayrılmayın. Ben huzurunuzda bir abdest alayım, siz de beni seyredin. Bakalım tarifiniz üzere abdesti öğrenebilmişmiyim? Öğrenememişsem siz beni düzeltin.

Hatem başladı abdest almaya. Fakat âzalarını üçer kere yıkayacağı yerde dörder kere yıkadı. Abdest bittikten sonra Tenafûsî şöyle söyledi:
- Olmadı, âzalarına fazla su dökmek suretiyle israf etmiş oldun.
- Neden israf olsun.
- Neden olacak? Azalarını üçer kere yıkayacağına dörder kere yıkadığın için?
- Sübhanallah'il-azim! Ben bir avuç fazla su dökmekle müsrif oluyorum da, sen bu kadar debdebe içinde nasıl oluyor da israf etmemiş bir adam olabiliyorsun?
Tenafûsî, kendisine gelen kişinin öğrenmeye değil, denemeye geldiğini anladı ve evine kapanarak utancından kırk gün halkın içine çıkamadı. Hatem Bağdad'a geldiği zaman kendisini ziyarete geliyorlar ve şöyle söylüyorlardı: 'Sen Acem diyarından gelme bir garip kişisin; oysa seninle karşılaşan her âlimi susturuyorsun. Bunun hikmeti nedir?' Hatem Tanımamda bulunan şu üç hasletle onları susturuyorum' dedi:
1. Hasmım isabetli bir fikir ileri sürdüğü zaman seviniyorum.
2. Şayet hasmım yanılırsa fevkalâde üzüntü duyuyorum.
3. Hasmımı kırmamak için cehaletini yüzüne vurmamaya son
derece dikkat ediyorum.

Ahmed b. Hanbel, Hatem'in bu sözünü işittiği zaman Sübhanallah! Ne akıllı kişiymiş' diyerek onu ziyaret etmeyi emretmişti. Talebeleriyle birlikte Hatem'in huzuruna vardığı zaman 'Ey Ebu Abdurrahman! Dünyada nasıl selâmette kalınır?' diye bir sual sordu. Hatem: 'Ey Ebu Abdullah! (İmam Ahmed'in künyesi) Beraberinde dört haslet bulunmadıkça dünyada selâmet bula mazsın!
1) Halkın cehaletini affedeceksin.
2) Onlara karşı cehalet göstermemeye azamî dikkati sarfedeceksin.
3. Malını onlara vereceksin.
4) Onlardan hiçbir şey talep etmeyeceksin ve almayacaksın.

Hatem, Medine'ye doğru yol aldı. Medine halkı onu karşılamaya çıkmışlardı. Hatem halka şöyle seslendi: 'Ey ahali! Bu şehir hangi şehirdir?'
- Allah'ın Rasûlü'nün şehridir!
- O halde bana Allah'ın Rasülü'nün kâşânesini gösterin, orada teberrüken iki rek'at namaz kılayım'.
- Hz. Peygamberin kâşânesi yok ki; onun küçücük ve basit bir evceğizi vardı.
- O halde sahabîlerinkini gösterin, orada kılayım.
- Onların da böyle evleri yoktu. Onların evleri yerlere bitişik ve gayet mütevazi evlerdi.
- Ey ahali! Öyleyse burası Hz. Peygamberin değil, Firavun'un şehridir.
Bu söz üzerine Hatem'i tutup valinin yanına götürdüler: 'Bu yabancı Medine'ye Firavun'un şehri demektedir' diye onu valiye şikayet ettiler. Vali, Hatem'e niçin böyle dediğini sorunca, Hatem: 'Acele etme! Ben Acem diyarından gelme bir garip kişiyim. Bulunduğum yerin neresi olduğunu bilmiyordum. Öğreneyim diye sual sordum. Cevap olarak burasının Hz. Peygamberin şehri olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz Peygamberin hanesi nerededir diye soracak oldum ve bana şöyle şöyle dediler...'
Hatem daha sonra sözlerine şunu ilâve etti:
- Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Gerçekten Allah'ı ve âhiret gününü arzulayan ve Allah'ı çok zikredenler için Allah'ın Rasûlü'nde güzel örnekler vardır' (Ahzab/21). O halde ey bu şehrin sâkinleri! Size soruyorum! Hz. Peygamber'e mi, yoksa yeryüzünde ilk tuğla binayı yapan Firavun'a mı uyuyorsunuz?
Hatem'in bu suali karşısında cevap vermekten âciz kalan Medineliler dağılıp gittiler.


Hikayeler ve Kissalar

MollaCami.Com