Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Zahirî ve Batınî ilimler

Halis ECE

Zahirî ve Batınî ilimler


Hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbâni Ahmed Farukî es-Serhendî (k.s.) hazretlerinin zâhirî ve bâtınî ilimlere dair pek çok esrar ile dolu mektuplarını, Farsça’dan Arapça’ya terceme eden Muhammed Murad el-Menzilevî hazretleri, adı geçen eserin Mukaddime’sinde şunları söylüyor:

“Bu mektuplar, sünnet-i seniyyeye bağlılığın nurlarından iktibas olunmuş… Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) sîretine iktifa (O’nun yoluna tabi olup izini takip) ağaçlarından devşirilmiş… Âdâbı, peygamber âdâbıyla edeplenmenin faydalarıyla dolu sofralardan alınmıştır. Hadis-i şerifte buyrulmuştur ki, “İlimler içerisinde gizli olanı vardır; bunu ancak Allah’ı bilenler (ârif-i billah olanlar) bilebilir. Bu kimseler onu söylediklerinde, onları ancak Allah’tan gafil olanlar inkâr eder.” (1)

Efendimiz (s.a.v.) yine bir diğer hadislerinde de, “Kim bildiğiyle amel ederse, Allah onu bilmediklerine varis kılar” (2) buyurmuştur. Yani, hiçbir kimseden ve hiçbir kitaptan öğrenme ihtiyacı duymadan, sonsuz hikmet ve ilim sahibi olan Allah’ın, ona kapıyı açması yoluyla bu bilgileri elde eder.

İşte bu ilim, Muhammedî veraset ilmidir ki, bunu ancak Allah’ın velî kulları, içlerinin berraklığı ve Allah Teâlâ ile olan muamelelerinin doğruluğu sayesinde ilham ve keşif yoluyla Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) bâtınında alır.

Mevâhibü’l-Ledûniyye ve diğer hadis kitaplarında nakledilen bir rivayete göre, Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Rabbim (c.c.) benden sual etti; ben kendisine icabet edemedim (cevap veremedim). Şekil ve keyfiyetten/niteliklerden münezzeh olduğu halde Rabbim, elini iki omzumun arasına koydu. O kadar ki; ellerinin serinliğini hissettim. Beni öncekilerin ve sonrakilerin ilmine varis kıldı; bana çeşitli ilimler öğretti. Öğrettiği bir ilmi, benden başka hiçbir insanın onu taşıyamayacağını bildiği için, gizlememi istedi. Diğer bir ilmi insanlara açıklamam hususunda beni serbest bıraktı. Ve bana Kur’ân’ı öğretti. Cebrail (a.s.) de onu bana devamlı hatırlatıyordu. [Cebrâil aleyhisselâm, her sene kendisiyle yaptığım arz (mukabele) vesilesiyle nazil olan ayetleri zihnimde-hafızamda iyice pekiştirmemi sağlıyordu. (3)] Bir de bana avamdan havassa kadar herkese açıklamakla emrolunduğum bir ilim öğretti.” (4)

Bu hadisten de anlaşılmaktadır ki, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) avamdan havassa herkese açıklamakla emrolunduğu şerîat ve ahkâm (hükümler) ilminin dışında iki, hatta daha fazla ilim vardır… Efendimizin (s.a.v.) de buyurduğu gibi, bu ilimlerin hepsi haktır.

Rasûlüllah’ın (s.a.v.) gizlemekle emrolunduğu ilim, ‘peygamberlik ilmi’dir. Zira bu ilmi peygamber olmayan ne bilebilir, ne de taşıyabilir. Peygamberimizden (s.a.v.) sonra da peygamber gelmeyecektir. O’nun, insanlara açma-bildirme hususunda serbest bırakıldığı ilim ise, ‘velayet (evliyalık) ilmi’dir ki bu ilim, şeriatın hakikatının ve iç yüzünün ilmini teşkil eder… Peygamberimizin (s.a.v.), ashabından (r.anhüm) belirli kimselere açtığı şeriatın gizli sırlarını içine alır. Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.), münafıkların isimlerini ashabından sadece Hz. Huzeyfe’ye (r.a.) bildirmesi gibi... Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) kendilerine bildirdiği hususi sahabe grubu da bu ilmi, tâbiînden gene belli kimselere açmış ve asırlar boyunca bu şekilde intikal edegelmiştir. Zira bu ilim ancak doğru hal, sağlam inanç, ihlâslı salih amel, halis niyet, zikre devam, sürekli fikir ve Allah Teâlâ ile devamlı beraber olma murakabesi-şuur ve idraki ile elde edilir. Muhakkiklerin sonuncusu ârif-i billâh şeyh Abdülgani en-Nablûsî’nin (rh.) ifadeleri de bu istikamettedir.

Buharî’nin el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserinde rivayet ettiği bir haberde, Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir: “Ben Rasûlüllah Efendimizden (s.a.v.) iki kap ilim aldım. Bunlardan birini size dağıttım. Öbürünü size açacak olsam, boğazım kesilir.” (5) Ebû Hüreyre (r.a.) bu sözleriyle, “Söylediğim sözün gerçek manasını ve pâk şeriatın sırlarını kavrayamadıkları için insanlar, küfrüme hükmederek beni öldürmeye kalkışırlardı” demek istemektedir. Dinle ilgili muamelenin bazı esrarengiz taraflarını açıkladığı için, Ebû Hâmid el-Gazali’nin (İmam Gazali, M. 1058–1111) de başına benzer vak’alar gelmiş ve zındıklıkla itham edilmiştir. Bu sebeple bahis mevzuu ilimleri, Allah’ın izniyle açığa çıkma vakti gelinceye dek, ehil olmayan kimselerden gizlemek gerekir. Zira, ‘el-Umûru merhûnetün bi-evkatihâ’, yani işlerin anlaşılması takdir edildiği vakte bağlıdır. Şairin dediği gibi,

Kişinin halleri vardır, hallerin de fırsatı vardır
Zamanın vakitleri vardır, vakitlerin de hâdiseleri


Buhari ve Müslim’in rivayetine göre Bu manada efendimiz (s.a.v.), Âişe (r.anha) validemize şöyle demiştir: “Kavmin şirkten yeni çıkmış olmasaydı Kâbe’yi yıkar, yerle eşit seviyeye getirip doğu ve batı taraflarında birer kapı açardım. Ayrıca ‘Hicr’ tarafından altı zira’lık bir bölgeyi de Kâbe’ye eklerdim. Zira Kureyş Kâbe’yi inşa ederken bu kısmı dışarıda bırakarak mevcut haliyle yetinmiştir. Eğer kavminin benden sonra Kâbe’yi tekrar inşa etme niyeti olursa, gel sana Kâbe’nin ne kadarını dışarıda bıraktıklarını göstereyim.” (6)

Görüldüğü üzere Peygamberimiz (s.a.v.), sırf fitne baş göstereceği endişesine binaen, meşru olan bir işi terk etmiş; fakat fitne endişesinin olmayacağı başka bir zamanda yapılmasına da müsaade etmiştir. Mütekaddimînin (önceki alimlerin) gizlediği bu sırları, müteahhirînin (sonraki alimler) kitaplar yazarak açıklamasının hikmeti de böylece ortaya çıkmıştır. Üstelik sonrakiler de bu tutumlarında sadece ehil olan kimselere hitap etmeyi hedeflemişlerdir. (7)

Mesela Hz. Ali’nin (k.v.) torunu Zeynelâbidîn (r.a.), yaşadığı devirdeki râbıta-i şerîfe inkârcılarına işâretle Arapça manzûm olarak (şiir üslûbu ile) şunları söylemiştir:

İnnî le ektümü ilmî cevâhirahû...
Key lâ yerâ zû cehlin fe yeftetinâ!
Lekad tekaddeme fî hâzâ Ebû Hasenin,
İle’l-Hüseyni ve vassâ kablehü’l-Hasenâ...
Yâ rubbe cevheri ilmin lev ebûhü bihî;
Le kıyle lî ente mimmen ya‘büdü el-vesenâ!
Ve le estehille ricâlün Müslimûne demî;
Yeravne akbeha mâ ye’tûnehû hasenâ
.”

Nesir olarak meali: Ben, câhil kimselerin, anlayışsızlıkları yüzünden fitne çıkarmalarını önlemek için, ilmimin cevherlerini gizlerim. Büyük babam Hz. Ali ve babam Hz. Hüseyin de böyle yapardı. Büyük babam, amcam Hz. Hasan’a da böyle yapmasını vasiyet etmişti (r.anhüm). Zira nice ilim cevheri vardır ki, ben onları açıklamış olsam, bana, ‘Sen putperestsin!’ diyerek, Müslümanlar’dan birçokları şüphesiz kanımı helâl addeder, öldürülmemi isterlerdi. Sonra da, yaptıkları bu en kötü işi yani haksız yere adam öldürmeyi güzel görürlerdi.

Huccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî hazretleri, Minhâcü’l-Âbidîn isimli eserlerinin evvelinde, bu sözleri şiir hâlinde ondan rivâyet etmiş... Muhyiddîn-i Arabî (M.1165-1240) hazretleri de, Fütühât-ı Mekkiye’nin otuzuncu bâbında aynen zikrettikten sonra demiştir ki: “Üçüncü beytin sonunda geçen, ‘el-vesen: put’ sözü ile Zeynelâbidîn radıyallâhü anh, maksadına, yani ‘râbıta’ya işâret etmiştir.”(8)

Kısacası yaşadığı devirde, manevi hallerden/batıni ilimlerden biri olan râbıtadan bahsetmiş olsa, Müslümanlar’dan birçoklarının kendisine, “putperestsin!” diyerek, katline hükmedeceklerini... Ve bu şeni‘ fiili de, iyi bir iş yapıyoruz zanniyle işleyeceklerini ifade ediyor. Aynen şimdiki bazı kişi ve kliklerin rabıtayla meşgul olan Müslümanları şirkle itham ettikleri gibi...
***

DİNÎ HÜKÜMLERİN ZÂHİR VE BÂTINININ İSBATI FARKLIDIR


“Şer‘î hükümlerin isbâtında Kitap ve Sünnet muteber olduğu gibi, müctehidlerin Kıyâsı ve ümmetin İcmâı da geçerlidir. Bu anlatılan dört delilden başkası ile aslâ ahkâm isbat edilemez. Ne ilhâm haramı ve helâli isbât edebilir, ne de bâtın erbâbının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir. Velâyet-i hâssa (9) erbâbı bile, müctehidlere uymakta, avam mü'minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham, başkaları üzerine bu hususta onlara bir meziyet getiremeyeceği gibi, onları tebaiyyet bağından (yani müctehidlere uymak lüzûmundan) da kurtaramaz. Zünnûn, Bestâmî, Cüneyd, Şiblî (k. esrârahüm) müctehidleri taklitte, avam mü'minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Hâlid ile müsâvidirler.

“Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; ama başka hususlardadır. Bu zâtlar, keşif ve müşâhede ehlidir; aynı zamanda, tecellî ve zuhûrât erbâbıdır. Hakîki mahbûbun muhabbet istilâsı dolayısiyle Allah’tan gayrı her şeyi terk etmişler... Gayr’ı görmekten ve gayriyeti idrâkten a‘zâd olmuşlardır.... Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün(10) dışındadır.

İlham onlara mahsustur, kelâm onlarla beraberdir (konuştukları dinleyenlere müessirdir). O zümrenin ileri gelenleri, ilimleri ve sırları asıldan vâsıtasız olarak alırlar. Bir müctehid, kendi görüş ve ictihâdına nasıl tâbi ise, bunlar da ma‘rifette ve vecdlerde(11) kendi ilhamlarına ve firâsetlerine tâbi olmaktadırlar....

“Zâhirî âlimler, dünya işlerindeki gaybe dâir haberleri peygamberelere (aleyhimü’s-salevâtü ve’t-teslîmât) tahsis ederler. Bu haberlerde, onlardan başkalarını ortak etmezler. Halbuki böyle bir mânâ, verâsete aykırıdır. Dîn-i metînle alâkası olan pek çok ilim ve sahih ma‘rifetleri de kaldırıp atmaktır. [Binâenaleyh Peygamber’in (s.a.v.) zâhir ve bâtınına tam ve kâmil mânâda vâris olan âlimler, ârifler ve evliyâullahın dahi bu bilgilerden verâset yoluyla nasipleri vardır, onlardan haberdârdırlar.]

“Evet, şer‘î hükümler edille-i erbaa’ya (Kitap, sünnet, kıyas ve icma‘dan ibaret olan dört ana delile) bağlıdır; onlarda ilhâmın yeri yoktur. Lâkin şer‘î hükümlerin (zâhirinin) ötesinde de pek çok dinî işler (bâtınî hükümler) vardır ve buradaki beşinci asıl (Resûlüllah Efendimizin hakiki vârisi olan hakikat âlimlerinin) ilhamıdır.... Âlemin inkırâzına (tamamen yok olup bitmesine) kadar da bu asıl kalacaktır....

İlhâm, dinin gizli kalan kemâlâtını ortaya çıkarmaktadır. Yoksa dinde fazladan bir kemâlât isbat etmemektedir....

İlham, öyle sırları ve incelikleri meydana çıkarır ki, pek çok kimsenin anlayışı, onları idrâk edemez. İctihad ile ilham arasında açık bir fark olsa da vaziyet budur.”(12)


DİPNOTLAR
(1) Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, 1, 210, Hadis No: 802.
(2) Tehzîbü’l-Kemâl, 23, 291.
(3) Bkz. Şerhu'l-Allâme ez-Zürkani, ale’l-Mevâhibü’l-Ledûniyye, 8, 196.
(4) Hadis hakkında geniş bilgi için bkz. Şerhu’l-Allâme ez-Zürkani ale’l-Mevâhibi’l-Ledûniyye, c. 8.
(5) Kitabü’l-İman, 42, Hadis No: 120.
(6) Buhari, Sahîh, Kitâbü’l-Hacc, 41, Hadis No: 1583-84; Müslim, Sahîh, Kitâbü’l-Hacc, 69, Hadis No: 1333.
(7) el-Mektûbât, lil-İmami’l-âlimi’r-Rabbani el-Müceddid lil-elfi’s-sânî Ahmed el-Farukî es-Serhendî, Fazilet Neşriyat, İstanbul, yy., 1, 3-4; Terc. Yasin Yay. İst., yy., 1, 21-24.
(8) İbrahim Fasîhuddîn b. Sıbgatullah b. Es‘ad el-Hayderî, Tuhfetü’l-Uşşâk fî İsbâti’r-Râbita, s.11.
(9) Velâyet-i hâssa; çok husûsi bir velâyet, tâbir câizse çok özel bir dostluk. Bu mânâda sadece Allah Teâlâ’nın mustafâ-müctebâ (süzülmüş ve seçkin) kulları onun velîleri, dostlarıdır. Bunların en açık ve belirleyici iki vasıfları vardır: İlhâma mazhar ve kerâmet sahibi olmak.
(10) “Âfak”, ufuk kelimesinin cem‘îsidir, ufuklar demek. Maddî âlem, dünya, yani insanı çevreleyen dış âlem mânâsında kullanılır. Mânâ ve gönül âlemine ise, “enfüs” tâbir edilir. Nitekim Kur’an’da, “İnsanlara, âfâkta ve enfüste (hâriçte ve nefislerinde, yani objektif ve sübjektif olarak) âyetlerimizi göstereceğiz...” (Fussılet, 41/53) buyurulmuştur. Âyet-i kerime, mutasavvıfların âlem-i kebîr ve âlem-i sağîr yani büyük ve küçük âlem dedikleri bu iki âlemi ifade etmektedir.
(11) Vecd, kula Hak’tan gelen keşifler ve tecellîlerdir.
(12) el-Mektûbât, lil-İmami’r-Rabbani, Fazilet Neşriyat, İstanbul, yy., 2, 55.

tesekkurler ellerıne saglık..

Sagolasin kardesim,istifade ettik.Vesselam

Değerli kardeşlerim birol_yılmazzz ve katana;

İlginize ve samimi dualarınıza teşekkür ediyorum. Rabbim bütün a'malimizi, harekat ve sekenatımızı rızasına muvafık, Habibinin sünnetine, varislerinin takip ettiği istikamete mutabık eylesin.

Bilvesile selam ve muhabbetlerimle...

Hakikaten zor, fakat; az da olsa ilmen istifadesi mümkün olan bir yazı.......

Yazı da şu ifadeyi biraz açarmısınız?;

“Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; ama başka hususlardadır. Bu zâtlar, keşif ve müşâhede ehlidir; aynı zamanda, tecellî ve zuhûrât erbâbıdır. Hakîki mahbûbun muhabbet istilâsı dolayısiyle Allah’tan gayrı her şeyi terk etmişler... Gayr’ı görmekten ve gayriyeti idrâkten a‘zâd olmuşlardır.... Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün(10) dışındadır.''
İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o afakın ve enfüsün dışındadır.''Bu cümlede;o afakın dışındadır biraz anlaşılıyor fakat; '''enfüsün'' de dışında olması ne demektir?
______________________________________________________________________

Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

Allah razı olsun kardeşim.

selametle
güvercin

Mü'min, kulluk elbisesi günahlarla yıprandığında, onu tövbe iğnesiyle yamayandır. Talihli kişi, tövbesi üzerine ölendir."(H.Ş)

Allah razı olsun kardeşim.

selametle
güvercin

Mü'min, kulluk elbisesi günahlarla yıprandığında, onu tövbe iğnesiyle yamayandır. Talihli kişi, tövbesi üzerine ölendir."(H.Ş)

Sevgili yolcu ve güvercin24 rumuzlu kardeşlerim...

Öncelikle Allah Teala cümlemizden razı olsun.

Saniyen yolcu kadeşimizin, yazıda açmamızı istediği kısmı, "karınca kadrince" açmaya çalışalım.

Bâtın erbabını, maneviyat büyüklerini zâhir ehlinden ayıran meziyetler vardır... Onlar kendilerini, diğerlerine nisbetle yücelten manevi üstünlük, değerlilik, yüksek karakter sahibi olmak gibi farklı vasıflara sahiptirler. Keşf ve müşahede ehlidirler; basîretleri açıktır, beden ve his perdesini aralayıp ruh âlemini seyredebilirler... Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, onları temaşa ederek, yaşayarak vakıf olurlar... İlham yoluyla doğrudan-vasıtasız Allah Teâlâ'dan bilgi alırlar. Bu bilgi; ya İlahi hitabı işitmek-dinlemek veya gayb âlemini görmek suretiyle elde edilir. Şeyh-i Ekber'in (k.s.) ifadeleriyle velîler ilimlerini, peygamberlere (aleyhimüsselam) vahiy getiren meleğin aldığı menba'dan doğrudan alırlar. Ve yine ona göre, bazı keşifler kesin bilgi verir.

Onlara göre, duyular vasıtasiyle maddî âlemden gelen tesir, manevi kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde oluşturur. Rabıta, zikir, tefekkür veya riyazat, tasfiye ve tezkiye yoluyla bu perde kalkınca, gayb âlemi âşikâr olarak görülür. Bu perdenin açılmasına keşf denir.

Allah Teâlâ her an onların kalplerinde/lataifinde hazırdır. Mana âleminde gördükleri ve bu âlemle alakası bulunan ulvi ve ruhî haller hakkındaki müşahedeleri doğru ve sıhhatlidir; çünkü temâşa eden temâşa edilenle kaim ve onda fanidir. Zâtî tecelliye mazhardırlar. İlmü’l-yakîn ve Aynü’l-yakîn’in ötesinde Hakku’l-yakîn sahibidirler.

Allah Teâlâ’ya olan muhabbetleri/sevgileri kendilerini öylesine kuşatmıştır ki, mâsivayı yani Allah’tan başka her şeyi mecazen filan değil, hakikaten terk etmişler; ne kavlen, ne fiilen, ne amelen, ne de havatıran O’ndan başka bir şeyi ne görür ne de idrak eder (algılar) durumdadırlar.
***
Evet, buraya kadar dilimizin döndüğünce, elimizin erdiğince, gönlümüzün aktığınca, sepetimizdeki pamuğumuz miktarınca bir şeyler söylemeye, mevzuu açmaya çalıştık.

Bundan ötesi içinse, sözü gene İmâm-ı Rabbani (k.s.) hazretlerine bırakmanın isabetli olacağını düşünüyorum. Zira diyor ki o büyük zat: “Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün dışındadır.''

Hal böyle olunca, ikinci bin yılın müceddidinin böyle söylediği derûni bir sâhada, Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîri durumunda bile olmayan/olamayan benim gibi aciz birisinin ne diyeceği olabilir ki?! Tabii acziyetimizi itiraf ve ifade etmekten öte… Öyle değil mi sevgili yolcu kardeşim! Sizin de ifadeniz üzere, “Hakikaten zor, fakat; az da olsa ilmen istifadesi mümkün olan bir yazı.......”

Tebrik ederim; çok yerinde bir ifadeyle "ilmen istifade" terkibini kullanmışsınız. Çok doğru; çünkü bu sâha kaal (söz) sâhası değil, hâl sâhasıdır. Zaten onun içindir ki, tasavvuf ilminin bir adı da, "İlm-i hâl"dir.
***
Son söz; eğer bizim gibi sıradan bir kimse bu anlatılan hususun hakikatini anlamak-idrak etmek isterse, herhalde rûhunu bu makama çıkarmalıdır. Aksi takdirde anlatılanlara, bildirilen şekliyle inanarak bu işin nasıl olduğunu araştırmamalıdır. Çünkü bu hakikati münâsip olan tarzda anlamak, ancak o makamlara-rütbelere, derece ve mertebelere çıkmak sûretiyle mümkündür... Acizane kanaatim, en sağlam yol budur.

Selam ve dualarımla…

Muhterem,HALISECE kardeşim,
Çok değerli izahatınızdan dolayı teşekkür ederim.
___________________________________________________________________
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

Değerli yolcu kardeşim, bu açılıma vesile olduğunuz için ben teşekkür ederim.

Selam ve muhabbetler...

Muhterem kardeşim yine hepimizin istifade edeceği bir konuyu sağlam kaynaklar yardımıyla bize ulaştırdın Rabbim mükafatını ziyadesiyle ihsan eylesin.Nasıl bu kadar zaman ayırabiliyosun takdir etmekle beraber hayrette ediyorum doğrusu

es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtüh

Değerli kardeşim NUSRET429;

Rabbim yazdıklarımızla ifade ve istifade, ifaza ve istifaza nasip eylesin cümlemize...

Belirttiğiniz gibi -hamdolsun- kaynaklarımız sağlam... Dinimiz ekmel, yolumuz etem... Mezhebimiz-meşrebimiz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e müstenit... Yeter ki bu sağlam dayanaklara istinat eden bizler istikametten ayrılmamaya gayret edelim. Sakin, sessiz-ıssız gecelerde tazarru ve ilticadan geri durmayalım... İhmal ve tembelliğe prim vermeyelim.

Kısacası zahiri ve batıni vazifelerimizde gevşeklik göstermeyelim. Atalarımızın hoş ve güzel tabiriyle, "Gayret bizden tevfik Allah'tan"... Yeter ki üzerimize düşeni yapalım. Yoksa biz neticeden mes'ûl değiliz. Mükellefiyetimiz çalışmak, gayret etmek, çaba sarfetmek... Sonucu istihsal değil.
***

"Nasıl bu kadar zaman ayırabiliyosun; takdir etmekle beraber hayret te ediyorum doğrusu" cümlenizi de, bir fıkrayla cevaplamak ve hayretinizi gidermek isterim...

Zamanın entellektüellerinden bir grup, yeni bir gazete çıkarmaya niyetlenirler ve hazırlıklar tamam olur... Ancak ortada bir problem vardır; gazeteye iyi bir başyazı gerek. Bu problemi nasıl çözecekler! İçlerinde bu işin altından kalkabilecek birileri yok. Düşünürken akıllarına gelir; Yahya Kemal'e yazdıralım... Rica ederler;

- Üstad, bizim gazeteye bir başyazı yazabilir misin?

Yahya Kemal,

- Hay hay, der ve oturur daktilonun başına... Tabii bugünkü gibi bilgisayarlar yok. Ve 30 dakika gibi kısa bir sürede yazıyı bitirir, ellerine verir. Sorurlar:

- Üstad borcumuz nedir?

- 1.850 TL., der Yahya Kemal...

- Yâhu üstad çok fazla değil mi? Oturdun, 30 dk.'da yazıp verdin, derler.

Yahya Kemal'in cevabı çok dikkat çekici, düşündürücü ve enteresandır:

- 40 yıl + 30 dakika...
***

Tabir caizse bizimkisi de öyle... Yılların birikimi, tecrübesi... En önemlisi de -malum- sağlam bir altyapı... Rabbimizin (c.c.) lûtfu, Resûlü'nün (s.a.v.) yardımı, o yüce Rasûlün vârislerinin himmeti ve bâ-husus Sahib-i zamanın (k.esrarahüm) teveccühü... Başka ne diyebiliriz ki..? Bize de geriye sadece kalıyor usûlüne uygun şekilde nakletmek, parazitsiz bir tonla hoparlörlük vazifesi görmek...

Tabii elimizden geldiğince, aklımızın-mantığımızın erdiğince, gönlümüzün-tefekkürümüzün kapasitesince mevzuları-meseleleri-hadiseleri tahlil, doğru ve eğrileri tesbit-teşhis ve bunların üzerine sağlam terkipler bina etmeye gayret etmek... Teslimiyet, tevekkül ve tevessülü birbirinden ayırmamak... Bütün bunlar sıhhatli ve paralel yürürlerse, netice de zaten -adeta- kendiliğinden geliyor. Ayrıca senin onu düşünmene, kafa ve gönül yormana hacet kalmıyor.

Vesselam...

Mevlam gayretinizi artırsın muhterem kardeşim ben bu bilgisayar kullanmada biraz yavaşım cvpları bile zor yazıyorum foruma katkıda bulunamıyorum sizin yazdıklarınızı takip ediyorum mevlam cümlenizden hoşnut ve memnun olsun

Çok içten ve gönülden olduğuna inandığım güzel dualarınıza "âmin" diyor, teşekkürler ediyorum sevgili Nusret kardeşim...

İnşaallah bilgisayarla ünsiyetiniz, onunla ilgili maharetiniz zamanla gelişir, katkılarınız da artar.

Rabbim cümlemizden ve bilcümle Ümmet-i Muhammed'den razı olsun.

Bilvesile selamlar...

“İlham, öyle sırları ve incelikleri meydana çıkarır ki, pek çok kimsenin anlayışı, onları idrâk edemez. İctihad ile ilham arasında açık bir fark olsa da vaziyet budur.” ilhamın gerçek yönünü kavramamıza sebep olan bu sözlerin sahibi olan zatın Allah ruhunu takdis etsin, bizide şefaatına kavuştursun..


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com