Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Zikir esnasında huzûru muhâfaza, cem‘iyetin lüzûm ve vücûbu

Halis ECE

Zikir esnasında huzûru muhâfaza, cem‘iyetin lüzûm ve vücûbu

Tâlib, kendisine tâbi olduğu pîrden aldığı zikirleri, tahâret-i kâmile (tam bir temizlik ve abdest, hatta mümkünse boy abdesti) ile, kalb huzûru bakımından en müsâit zamanlarda; mümkün olursa seherlerde, ikindi ile akşam ve akşamla yatsı namazları arasında, gece ortalarında boş ve temiz mekânlarda icra ve edâ etmelidir.

Havâtır (kalbe gelen düşünceler-vesveseler) ve huzursuzluk ile yapılan zikirler hevâi olacağından fâidesizdir. Zikrin neticesinin husûlü (fayda ve tesirinin meydana gelmesi), kalbin havâtırdan tecrîdine (soyulup temiz olmasına), mümkün olan huzûr ve cem‘iyet(1)in temin ve muhâfazasına bağlıdır.

Havâtırın hücûmundan kalbin selâmeti mühim (bir) iş olduğundan, bidâyette bu beliyyeden lâyıkıyla vâreste kalmak mümkün olamaz. [Yani başlangıçta bu felâketten tam mânasıyla kurtulabilmek imkânsızdır.]

Onun için, huzur ve cem‘iyet melekesi hâsıl olmazdan önce tâlibin yapacağı iş; gücünün ve tâkatinin yettiği kadar havâtırı def‘etmekle meşgul olmak, huzuru ve cem‘iyeti temin etmeye çalışmaktır.

Bu hâl, tâlipler için en mühim bir mücâhede ve büyük ecirleri müstelzimdir (müridin büyük ecir ve sevaplara kavuşmasına vâsıtadır).

Netice itibariyle hidâyet ve ma‘rifet yolunun açılmasına vesîle olur. “Bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza hidâyet edeceğiz (eriştirip kavuşturacağız)”(2) âyet-i kerimesi, bu mânâya şâhittir.(3)
***

ALLÂH’I ZİKRİN NETİCESİ

Nefsin emmâriyet sıfatından mutmainne’ye terakkîsi, fenâ-yi nefs diye tâbir olunan “fenâfillah” saâdetinin husûlü, “bekâbillah” devletiyle şereflenmenin elvermesi, Hak sübhânehû ve teâlâ’nın zikr-i şerîfi ile mümkün ve müyesserdir.

Biliniz ki, kalbler ancak Allâh’ı zikirle mutmain olur (huzur ve sükûnete erer)”(4) nazm-ı İlâhisi, bu hakikatin burhânıdır (delîli ve isbâtıdır).

Tâlib-i müsterşidin (kâmil ve mükemmil bir mürşid tarafından irşâd edilmesini isteyen, kendisine doğru yolun gösterilmesini talep eden kişinin) bu hakikatleri kemâliyle bilmesi, vakit sermayesinin çok aziz (kıymetli) olduğunu idrâk eylemesi, bir daha avdeti (geriye dönüşü) mümkün olmayan hayat nefeslerini fâidesiz işlere sarf ile kaybetmeyerek zikrullâha hasretmesi (Allâh’ı zikre tahsis etmesi) lâzımdır.

Zira zikrullah ile geçen bir nefesin, âhiret âleminde hâsıl edeceği faydalar ve fazîletler, dünya hayatında takdir ve tasavvur olunmayacak derecede büyüktür. Cenâb-ı Hak zû’l-fazli’l-azîmdir (en büyük lûtuf, ihsan ve inâyet sâbidir).

Ey Rabbimiz! Bize dünyada da, âhirette de iyilik ver. Bizi (cehennemin) ateş azâbından koru.”(5)


DİPNOTLAR
(1) Cem‘iyet; derli toplu, düzenli ve huzurlu olmak demektir. Toplantı ve dernek mânâlarına da gelir. Tasavvuf lisânında ise cem‘iyet, mâsivâdan yani Hak Teâlâ’dan başka her şeyden yüz çevirip, bütün dikkati Allah’a (c.c.) teveccüh noktasında toplamaktır. Bir başka ifadeyle, kalbin huzursuz ve dağınık bir halde olmaması, mâneviyat yolcusu mü’minin zihnen ve kalben kendisini tamamen Hakk’a vermesidir. Bu cümleden olarak, cem‘iyyet-i hâtır terkîbi de, kalbin kederli ve perişan olmaması, bilakis tam bir huzur içerisinde Allâh’a yönelmiş bulunmasıdır. (Abbâdî, Kutbuddîn Ebu’l-Muzaffer, Sûfînâme (et-Tasfiye fî Ahvâli’s-Sûfiyye), Tahran, 1347)
(2) K.K., Ankebût sûresi, 69.
(3) Salâhuddîn ibn Mevlânâ Sirâcüddîn, Mektuplar ve Bazı Mesâil-i Mühimme, s. 168-169.
(4) K.K., Ra‘d sûresi, 28.
(5) K.K., Bakara sûresi, 201; Salâhuddîn b. Mevlânâ Sirâcüddîn, a.g.e., s. 170.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, "Allah Allah" zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir. (Risale-i Nur,Mesnevi-i Nuriye,s.88-89)

Ayrıca geniş açılımlar için bakınız:

1-http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=MesneviiNuriye&Page=79

2-http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=MesneviiNuriye&Page=72

_______________________________________________________________________
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

Teşekkürler değerli kardeşim YOLCU...

Selam ve dua ile...

Rabbim, zikir ile mutmain olan kapler nasip eylesin hepimize...

Dualarınızda bizleride unutmayın...

Sevgili ŞER-I;

Güzel duana "âmin"le birlikte, dünyada iken itmi'nan mertebesine çıkabilmeyi nasip eylesin Hz. Mevla diyorum. Çünkü öbür tarafta bu işin hayli zor olacağını hatırlatıyor Allah dostları...

Selam ve dua ile...

Tâlib, kendisine tâbi olduğu pîrden aldığı zikirleri, tahâret-i kâmile (tam bir temizlik ve abdest, hatta mümkünse boy abdesti) ile, kalb huzûru bakımından en müsâit zamanlarda; mümkün olursa seherlerde, ikindi ile akşam ve akşamla yatsı namazları arasında, gece ortalarında boş ve temiz mekânlarda icra ve edâ etmelidir
--------------------------------------------------------------------------------------------------
DEĞERLİ HALİS HOCAM ZİKİRLE İLGİLİ YAZINIZI OKUDUMELİNİZE SAĞLIK.
BENİM BİR SUALİM OLACAK: HOCALARIMIZ BİZLERE VAZİFELERİMİZİ MÜMKÜN MERTEBE AKŞAMDAN SONRAYA BIRAKMAMAMIZI, SEHER VAKİTLERİNDE YAPMAMIZI TAVSİYE EDRLERDİ. SİZ BÖYLE YAZINCA ACABA MAHZURU YOKMU DİYE AKLIMA TAKILDI, CEVABINI ALABİLİRSEM SEVİNİRİM

Sevgili TUNAHANHAKAN;

"Özün özü" denilebilecek bir cümleyi iktibas ederek yaptığınız değerlendirmeniz için öncelikle tebrik sonra da teşekkür etmek isterim.

Sorunuza gelince; dikkat ederseniz buradaki sıralama da efdaliyet derecesine göredir.

Öncelik -dediğiniz gibi- seher vaktinde... Ondan sonra da sırasiyle ikindi ile akşam ve akşamla yatsı namazları arasında, gece ortalarında... diyerek noktalanıyor. Tabii ki aslolan seher vakti...

Böylece ne oluyor; vazife, hem en makbul vakitte yapılmış hem de -tabir caizse- enerjimizi almadan o güne başlamamış oluyoruz.

"Akşamdan sonraya bırakmama" meselesi farklı bir durum... Daha doğrusu, vakitlerin sınırıyla alakalı bir husus. Şöyle ki:

Gün, modern atsronomiye göre geceleyin saat 24:00'ten sonra başlıyor. "Yılbaşı kutlama!" rezaletlerinden hatırlamamız mümkün.

Şer'i hukukta (fıkıhta) ise güneşin batmasıyla başlayıp, ertesi günün gün batımında sona eriyor. Oruçta gayet açık şekilde yaşadığımız gibi...

Tasavvufta ise gün, ikindi vaktinden sonra ertesi güne geçmiş sayılıyor. Malum, vazifeli meklerin de devir teslim anıdır bu vakit. (Tabii üç kategoride de gün 24:00 saattir.)

O bakımdan mümkün mertebe -fevkalâde bir zaruret olmadıkça- durumumuzu buna göre ayarlayıp, günlük vazifemizi akşamdan sonraya da değil, ikindiden sonraya bırakmamaya gayret etmek lazım. Çünkü ikindiden sonraki vakit, ertesi güne ait oluyor.

Bunun içindir ki mesela, pazar günü ikindiden önce okunacak bir İhlâs hatmi, Hâcegân-ı Kadirî usûlüne göre; ikindiden sonra okunacaksa, Hâcegân-ı Nakşî usûlü üzere ifa edilir. Diğer evrâd u ezkâr da bu vechiledir.

Selâm ve dualarımla...

DEĞERLİ HOCAM CEVABINIZ İÇİN TEŞEKKÜR EDİYORUM. HAKKINIZI HELALEDİNİZ,RABBİM YAR VE YARDIMCINIZ OLSUN.

Birbirimize bu noktada hak-hukuk bahismevzuu değil. Bizim vazifemiz... Hatta hepimiz için aynı şey geçerli. Bildiklerimizde cimrilik caiz olmaz. Karınca kadrince birbirimize yardımcı olacağız ki Rabbimiz de yâr ve yardımcımız olsun.

Selam ve dualar...


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com