Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
T u t u n a m a y a n l a r
MEHMED NİYAZİ, ZAMAN, 15 Ekim 2007 Pazartesi
T u t u n a m a y a n l a r
Postmodern romancılarımızın öncülerinden olan Oğuz Atay'ın en önemli eseri 'Tutunamayanlar'dır. Romanda tek parti dönemini ele alır; büyük bir heyecanla yapılan devrimleri hiciv üslubuyla değerlendirir.
Aydınlarımızın eski Yunan'daki bilmediği düşüncelerin ezberciliğini yaptıklarını belirterek günümüzdekilerin de aktüel Batı'dan habersiz olduklarını telmihle işe başlar.
Her yeni hareket kitlelerin alışkanlıklarına çarpar; halk kendini korumak içgüdüsüne sarılır. Cumhuriyet'le devreye giren eğitim ve öğretimle ailenin anlayışı arasındaki farka işaret eder. "Baba sen yanlış biliyorsun öğretmenimiz söyledi; biz mektebe değil, okula gidiyoruz." Baba, yeni rejimin oğlunu kendisinden koparacağının endişesini duyar; bunu önlemek amacıyla doğru bildiklerini oğlunun kulağına fısıldar; ama devletten çekinir; oğluna evde ayrı şeyler öğretildiğini sezdirmemesi için öğretmenine, "Babam dedi ki" tarzında herhangi bir şey anlatmamasını sık sık tembih eder.
Halk devrime karşı olmasına rağmen, aydınların arasında devrimleri benimseyenler az değildi; ne gariptir ki bunların en azından bir kısmında denge yoktu; adeta devrim histerisine tutulmuşlardı: Yeni doğmuş bir bebeğin gelişmesini engelleyen ve onu eli-kolu bağlı bir durumda bırakan eski kundak sistemini bir devrimle ortadan kaldıran büyük Türk reformcusu ve düşünürü Ziya Özdevrimsel (devrimden önceki adıyla Mükrimin Ziya) her bakımdan gerçek bir devrimciydi. Onu şapka devriminden sonra şapkasız (Denildiğine göre, evinde giymek için de çok kısa kenarlı bir şapka yaptırmıştı.), kıyafet devriminden sonra kıyafetsiz, yazı devriminden sonra eski harfle kitap okurken ve çatal-bıçak devriminden sonra da elle yemek yerken gören olmamıştı. Ziya Özdevrimsel devlet bursuyla mühendis olması için ABD'ye gönderilmişti. Ne çare ki, kafası devrimlerle meşgul olduğu için okulunu bitiremeden dönmüştü; fakat çok iyi bir devrimci olmuştu.
Ziya Özdevrimsel ABD'de bulunduğu şehirde dolaşırken dört kavşaklı bir yola rastlar, Türkiye'ye dönünce, gereksiz olduğu halde, Ankara'nın Dışkapı'sında aynısını yaptırır. Ne işe yaradığını bilmediği kırmızı ışıkla yaptırdığı kavşakta karşıdan karşıya geçerken trafik kazasına uğrar.
Atay, bu konuyu ele alarak Ziya Bey'in bir yönünü de göz önüne serer: "Henüz kırmızı ışığın anlamını bilmiyordu." Bu deyimi anlatmak için devam ediyor: (Anlamını anlamak da Ziya Tahiri'nin dil devrimi sırasında güzel Türkçemize kazandırdığı deyimlerden birisiydi.) Dil devrimine öyle candan bağlanmıştı ki, adını değiştirerek Işık yapmak istemiş, fakat günün sağlık bakanı Kamil Bey'in, "Ziya, böyle her adı değiştirmeye kalkarsak işin içinden çıkamayız; ben de adımı değiştirip Olgun mu olayım?" demesi onu frenlemişti.
Öğrenimini bitirmemesi önemli değildi. Devrimcilikte titizliği onun Makine Sanayi Müdürlüğü'ne tayin olmasına yetmişti. Çalışmaları devrin ileri gelenlerinin gözünden kaçmamış, Manisalı olmasına rağmen Sivas milletvekilliği yapmıştı. Sağlık, Bayındırlık bakanlıklarında bulunmuş; ilk sekreter kullanan bakan olması da dillerde dolaşıyordu. Tabii dünyanın şartları aynı çizgide sürüp gitmiyor. Aydınlarımızın arasında Alman ve Fransız taraftarlığı ağır basınca Ziya Bey gözden düşmüş, ömrünün son yıllarını idare meclisi azalıklarında geçirmişti.
Missouri zırhlısının İstanbul'u ziyaretiyle farklı bir devrin başlamasını ve Ziya Bey'in akla gelmesini Atay şöyle anlatıyor:
"Yeniçağda, Ziya Bey yeniden hatırlanmış ve nerede olduğu uzun uzun araştırılmıştır. Sonunda sekiz yıl önce öldüğü anlaşılınca hemen siyasi partiler onun için anma törenleri düzenlemişlerdir. Ziya Tahiri'nin çok partili devirden önce ölmüş olması onun hangi partide olabileceği hususunda bitmez tükenmez tartışmalara yol açmıştır. O zamanın iktidarı, Sivas'a merhumun heykelini diktirerek Ziya Bey'in 'şahsiyet-i maneviyesine' sahip çıkmak istemiştir. Muhalefet, iktidara gelince Manisa'da bir 'Abide-i Ziya' yaptırmış ve onu 'Fahri Manisa Milletvekili' ilan etmiştir."
Tutunamayanlar romanı bizatihi mi değerli, yoksa onu ele aldığı konular mı ilginç yapıyor? Bu sorunun cevabını haftaya arayacağız.
Sayın hocam,formda ''Tutunamayanlar '' başlığını görünce hemen yazıyı okudum.Zira benim için hoş bir tevafuk oldu.Yıllar önce abimle beraber bu kitabı okumuş,yer yer müzakere bile yapmıştık.Ancak o zamanlar (serde gençlik olunca) bazı bölümleri tam anlayamadığım için,bu günlerde tekrar okumaya başlamıştım.
Yazarın aktarmış olduğu alıntılardan da anlaşılacağı üzere çarpıcı tesbitler var.Mehmet Niyazi bey makalesini bir soruyla bitirmiş, acizane bu soru ancak kitap tamamen okununca cevap bulur düşüncesindeyim..
Hocam Allah razı olsun,çok güzel bir paylaşım. Rabbim yar ve yardımcınız olsun...
Selam ve dua ile..
Öncelikle tebrik ederim sevgili AHUZAR. Adı geçen kitabı okumakta tekaddüm ettiğin için... Ben daha 2004'te Eminönü Kültür'deyken okuma fırsatı bulabilmiştim. Anladığım kadarıyla siz benden önce okumuşsunuz.
Evet, Niyazı Bey'in de gayet güzel ifade ettiği gibi, Oğuz Atay'ın gerçekten en güzel eseridir "Tutnamayanlar". Okumayanlara ben de hararetle tavsiye ederim. Ancak, tahlil ederek tabii... Sonunda da bir terkip ortaya koyarak... Yoksa okumuş olmak için okumanın -malumunuz- hiçbir yararı olmayacağı, bilakis vaktinizi boşa harcamak gibi çok büyük bir zararının dokunacağı açıktır.
Kısacası okurken olsun, seyrederken olsun hiçbir zaman pasif durumda olmamak lazım. Mutlaka tenkit ve tahlil süzgecinden geçirmek gerek... Aksi halde menfi tesirlerden-etkilerden kurtulamayız.
Güzel değerlendirmeniz için teşekkür ederim.
Rabbim sizlerden de razı olsun.
Mukabil selam ve dualarımla...
MEHMED NİYAZİ, ZAMAN, 22 Ekim Pazartesi
T u t u n a m a y a n l a r(2)
Sanatın bir dalı olan romanda da güzellik aranır. Bir başka söyleyişle neyi anlattığından çok, nasıl anlattığı önemlidir. Konu ile üslubun uyumu romanın başarısında çok etkili olur.
Toplumsal bir konuyu işleyen roman, sosyoloji kitabı değildir; tarihî bir romanın ilmî bir eser gibi güvenilir olması gerekmez. Roman okuyan, bilgi edinmekten çok, estetik lezzetin peşindedir; fakat hayattan kopuk olmamalıdır; zira onun tadı inandırıcılığında gizlidir.
Postmodern romanların en büyük handikabı, anlatılan olayın hayattaki karşılığı bilinmezse, eser anlaşılmaz. Veya hayattaki karşılığı silinirse, roman havada kalır. Semboller birtakım uçuklukları ifade eder; kurgu anlamsız olaylar yığınına dönüşür.
"Tutunamayanlar" toplumumuzun son dönemde geçirdiği değişimleri anlatmaktadır. Bu tip alabora olmuş toplumlarda, aydınlar yönlerini tayin etmekte güçlük çekerler. Kimisi şaşkına döner. Yenilikler hayatın zaruretiyle ortaya çıkmaktadır; bunlara ayak uydururlarsa, kendilerine kişilik veren değerleri çiğnerler; devlet çarkının başında bulunanlar da onlardan uyum bekler. Böyle olayların cereyan ettiği geri kalmış toplumlarda nimetlerin dağıtıldığı biricik yer devlet kapısıdır. Yönetenlerin gözüne giremeyenler ayak altında ezilirler. Bilhassa kişiliği zayıf olanların arasında bir yarış başlar; kim daha düşük seviyedeyse, o başarıya ulaşır. Bu da işleri iyice içinden çıkılmaz duruma getirir.
Her ülkede halk, üç aşağı beş yukarı aynıdır; günlük ihtiyacının peşindedir.Toplumun gelişmişliğini aydınların kalitesi belirler. Devrim ihtiyacı duyulan memlekette sorunlar dağ gibi birikmiştir. Bunların aşılmasında bürokratik zümre çok önemlidir. Ama Oğuz Atay haklı olarak karamsar bir tablo çiziyor: "Uzun uzun, tarih ve numarayı inceliyor; sanki hayatında tarih ve numarayı ilk defa görüyor... İşi cahilliğe vuruyor; böylece hem zaman kazanıyor, hem de sabrımı deniyor. Sonra saf saf başını kaldıracak, ben bundan hiçbir şey anlamadım, diyecek. Cahilliğine aldanmayacaksın, hemen atılıp anlatmaya kalkmayacaksın, öyle bir anlamıştır ki küçük ve önemsiz bir yanlışını yakalayıverir senin. Bilgisizliğini yüzüne vurur. Küçümser seni, çileden çıkarmaya çalışır. Bu kadar okumuş, tahsil görmüş, daha bir dilekçenin nasıl yazıldığını bilmiyor, der bakışıyla. Masanın gözünden talimatnameler, nizamnameler, kanunlar çıkarır; maddeler denizinde boğar seni." Atay'ın da söylediği gibi bizim bürokratımız bir işin nasıl yapıldığından çok, nasıl yapılmayacağını gayet iyi bilir. Zaten geri kalışımızın en önemli faktörü bu zümre değil mi?
Roman, Turgut'un değerli bir insan olan arkadaşı Selim'in mektup bırakarak intiharıyla başlar. İntihar sebebini öğrenmek ister; araştırırken olaylar onlarla gelişir. Turgut'un Selim'i unutmasının mümkün olmadığını şu satırlardan anlıyoruz: "Bütünüyle unutulmaya kimsenin gücü yetmiyor. Bir duvarda iki satır yazı, bir albümde soluk bir resim, bir Selim'in ölümü bana hepsinden acı geliyor... Bir de, bütün bunları, Selim öldükten sonra düşünmek acı geliyor... Selim'e, ben de varım, diyememek acı geliyor. Beni de al Selim; ölümden, unutulmaktan öteye götür. Birlikte tutunamayalım. Ölmekle bana haksızlık ettin, birçoklarına haksızlık ettin."
Turgut, Selim gibi bir dost bulamadığı için ruhundaki Olric'i keşfeder; onunla konuşur. "Bizim gibi basit insanların zor anlayacağı soyut kavramlar üzerinde tartışılır önce, Olric. Tahsisat derler. Nasıl bir şeydir bu tahsisat, bilinmez. Kimse bugüne kadar yüzünü görmemiştir tahsisatın... Sonra tahsisat geldi derler. Gene kimse görmez tahsisatı. Bir de bakarsınız tahsisat bitmiş, işler bitmeden."
Postmodern roman biraz da aklına geleni yazmaktır. Batı'da Balzac, Goethe, Dostoyevski gibi dahilerin kaleme aldıkları gelenekçi romana karşı, iki dünya savaşının hayatı hallaç pamuğu misali atmasıyla Kafka, Faulkner ve benzeri sanatçıların ortaya çıkardıkları akımdır. Oğuz Atay, gerçekten yüreğinde acılar taşıyan zirve romancılardan biri; keşke üslubuna biraz daha özen gösterseydi diye insan içinden geçirmeden edemiyor. Çünkü onun becerebileceği her halinden anlaşılıyor; romanı daha geniş kitleleri sarsıcı özelliğe kavuşurdu. Böylesine derinliği olan bir eseri günışığına çıkarana, elbette milletçe saygı borçluyuz.