Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
Edebiyatta Fıkra ve Hoca Nasreddin merhum
Halis ECE
Edebiyatta Fıkra ve Hoca Nasreddin merhum
Edebiyatta “güzel fıkra” denince, hele de bu terkibin önünde “en” olunca, ilk aklımıza gelen Nasreddin Hocamız olduğu için, öncelikle onu anlatmak istedik. Zira toplum olarak zât-ı âlilerini çok da iyi bildiğimiz ve tanıdığımız söylenemez.
Ayrıca dünyada onun gibi, şöhretinin büyüklüğüne nisbetle hayatı hakkında yeterli bilgiye sahip olunamayan ikinci bir kişi var mıdır, bilemiyoruz. Diğer bir ifade ile, acaba başka hangi millet, ünü-şânı ülke sınırlarını aşmış bir büyüğünü bu kadar nisyâna revâ görmüştür?!
Şimdi bizlere düşen; gerçek Nasreddin Hoca fıkralarını tesbit etmek, bunlardan hareketle onun hakiki hüviyetini gelecek nesillere doğru-dürüst aktarabilmek; böylece onu, tertemiz fıkraları içine bilmeyerek veya kasten karıştırılan fikirlerin, ideolojilere âlet edilmiş rivâyetlerin gölgesinden kurtarmak olmalıdır. Hele açık-saçık uydurma müstehçen fıkra(!)ları tamamen tarihe gömmek bir vicdan borcu olsa gerektir.
Yoksa Akşehir'de her yıl 5 ilâ 11 Temmuz tarihleri arasında “Nasreddin Hoca'yı Anma Şenlikleri” düzenlemekle, aslında göle yoğurt çalmaktan öte geçemeyeceğimiz âşikârdır.
***
HOCAMIZ'IN BEYNELMİLEL KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ
Nasreddin Hocamız'ın 21. yüzyılda da anılıp hikâyelerinin anlatıldığı ülkelerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
Almanya, Avusturya, Arnavutluk, Bulgaristan, Bosna-Hersek, Çek-Slovak Cumhuriyetleri, Çin, Finlandiya, Fransa, Gagauzistan, Irak, İran, İtalya, Japonya, Kıbrıs, Macaristan, Makedonya, Moldavya, Pakistan, Romanya, Tayland, Türk Cumhuriyetler'nin tamamı, Ukrayna, Yugoslavya, Yunanistan ve Batı Trakya.
Acaba -bir irfan ve kültür elçisi olarak- bir milletin adını bu kadar geniş bir coğrafyaya duyurmak dünyada kaç kula nasip olmuştur? Bu ülkelere bakarak Nasreddin Hoca’yı Akşehirli değil, dünyalı kabul etmek gerekmez mi?
İşte bu beynelmilel insanımız, mübârek ceddimiz hakkında bildiklerimizden birkaç satır:
Tahminen 1208 yılında Sivrihisar'ın Hortu Köyü'nde doğmuştur. Tahsilini ikmâl etmiş ve babasının vefatı üzerine aynı köyde imam olarak vazife almış, daha sonra Şeyh Mahmud Hayrânî’ye (k.s.) intisab ederek önce Konya'ya, sonra Akşehir'e gelip yerleşmiştir. Burada kadılık ve müderrislik yaptığı rivâyetleri vardır. Selçuklu Devleti idaresinde çalışmış ve 1243 yılında Selçuklular Kösedağ'da Moğollar'a mağlup olunca Anadolu'da Moğol zulmünü de görmüştür.
Nihayet talihsiz bir zamanın insanı olarak 1284 yılının muhtemelen 22 Haziran'ında terk-i dünya eylemiştir. (Rahmetullâhi aleyh)
Ancak o, ma‘şerî vicdanda asla unutulmamış ve hâtırası önce bütün Türk illerinde, sonra da dünyanın pek çok bölgesinde gittikçe taze hayat bulan fıkralarla yaşamıştır. Bu zâviyeden bakıldığında, Hoca merhûmun hayatının her bir günü dahi biliniyor demektir.
Tefekkürünü, hayat tarzını aksettiren bu fıkralardan, nüktelerden, hikâyelerden yola çıkarak onun nasıl yaşadığını, nice bir âdem olduğunu tesbit etmemiz mümkündür.
O ister bir mahkemede bir kadı yahut medresede bir müderris; isterse meşhur eşeğiyle köy köy dolaşıp va‘z u nasîhatlerde bulunan bir hocaefendi olsun, içinden çıktığı cemiyetin bir a‘zâsı, bir ferdidir. O da diğerleri gibi latîfe yapar-güler, acıkır, yer-içer, yorulur-dinlenir, komşularıyla münâsebetleri olur, evlenir çoluk-çocuğa karışır... Yaşadığı kasabada iyiler-kötüler, güzeller-çirkinler, zâlimler-mazlumlar vardır. Hırsızlar, rüşvetçiler, dolandırıcılar, görgüsüzler, münasebetsizler, yağcılar-dalkavuklar ve daha nice çeşit insanlar...
***
BİLGE KİŞİLİĞİ
Hocaefendi, yaşadığı cemiyetin rahatsızlıklarını ve aykırı unsurları birer birer teşhis, tesbit ve hatta tedavi eden kıvrak zekâlı, hazır-cevap, güngörmüş bir âlimdir, velâyet-i kübrâ(1) makamında bir velîdir. Mânevî derece ve rütbe bakımından Hz. Mevlânâ’nın da üstünde bir mevkie sahiptir. Tabii ki işin bu yönü ayrı bir bahis. Ancak bu kadarını da söylemeden geçemedik.
Evet o, kangren olmuş yaraları tedavi eden cerrah, ictimaî bir hekim ve de hakîmdir. Ama daha da önemlisi o, Kur‘ân-ı Kerim'in “ricâl (adamlar)”diye tâbir ettiği adamlardan bir gerçek adamdır. Bize hediye ettiği her tebessümünde, ayrı bir hakikate parmak basar. Eline aldığı pertevsûz (büyüteç) ile hiçbir teferruâtı kaçırmadan, o merceği, cemiyete ârız olan mikroplar üzerine tutmuş ve onları teşhiste daima isabet kaydetmiş bir Allah dostudur.
“Ye kürküm ye, Fincancı katırlarını ürkütmek, Çömlek hesabı yapmak, Tavşanın suyunun suyu, İpe un sermek, Yorgan gitti kavga bitti, Testiyi kırmadan evvel...” kabilinden pek çok tâbirimiz, Nasreddin Hocamız'ın fıkralarına dayanmaktadır.
Tâbirler-deyimler, bir lisânın omurgalarından birini teşkil eder... Halkın konuştuğu dilin yaygınlığı sayesinde form kazanır, şekil ve biçim alır. Sadece bu bile Hoca rahmetullâhi aleyh'in Türk dilini konuşan her yaştaki insan tarafından tanındığını ve sevildiğini gösterir.
İşte onun bu irfânı, asırlar boyunca Anadolu'ya sığmayıp diyar-diyar başka iklimleri de aydınlatmıştır.
Hoca Nasreddin rahmetullâhi aleyh, her şeyden önce iyi bir insan, sâlih bir mü’min, velî bir kul, mükemmel bir muallim-mütefekkir ve mürebbîdir. Günümüz insanları için numûne-i imtisâl olması (örnek-model alınması) gereken Hoca merhûm, fıkraları ile Müslüman-Türk insanının ince zekâsını, nükte gücünü, dünyevî ve uhrevî hayat görüşünü aksettirmektedir.
O, yaşadığı devirde kadılık gibi mühim bir ictimâî-sosyal vazifede bulunmuş; itibarlı, âlim-ârif, basîret ve firâset sahibi bir zâttır. Bununla birlikte tatlı dilli, güler yüzlüdür. Hemen herkesle iyi ve güzel münasebetler içerisindedir, ülfet ve ünsiyet sahibidir.
Bu sebeple çocuklar, gençler, yaşlılar ve hatta kadınlarla... kısacası cemiyetin bütün fertleriyle mükemmel bir diyalog içindedir. Hataları, kusurları tatlı dil ve güler yüzle mizâhî bir üslupla düzeltmesini bilir. Kimseyi incitmez; güzel geçinir ve kendisiyle güzel geçinilir. Hadis-i şerifteki ifadesiyle, "ülfet eden ve ülfet olunan" bir mü'mindir Hoca rahmetullahi aleyh...
***
EĞİTİMCİLİĞİ
Bilindiği gibi yumuşak ve güzel konuşma, eğitim-öğretim ve toplumu uyarma hizmetleriyle (tâlim-terbiye ve irşadla) meşgul olan bütün insanların ortak hasletidir, daha doğrusu olmalıdır. Nitekim peygamberlere (aleyhimüsselâm) de, tebliğ esnasında güzel ve yumuşak konuşmaları, münâkaşaya sebep olabilecek kavil ve tavırlardan (söz ve davranışlardan) kaçınmaları tavsiye edilmiştir.
İşte, pek çok güzel hasletlere sahip bulunan Hocamız, iyi bir mürebbî (eğitimci) ve gerçek bir müşâhid (gözlemci) olmasının yanında, kıvrak bir zekâ ve tedbir sâhibidir de. O, bazı hikâye ve fıkralarda mevzû edildiği gibi sıradan ve basit birisi değil, hakiki bir mü'min, takvâ sahibi, Allah dostu bir er kişidir. Yaşadığı devrin, içinde bulunduğu cemiyetin hemen her yönüne vâkıf; âlim, ârif, hakîm ve nüktedân bir şahsiyete sahip mümtaz bir insandır.
Zamanımız sosyologları; günümüzün ictimaî-sosyal yapısı içinde idarecilerin, eğitim-öğretim, nasîhat ve irşadla meşgul olanların, basın mensuplarının, sosyologların ve insanlarla devamlı alâka ve münasebet içerisinde bulunan diğer meslek erbâbının, günlük hayatlarındaki başarılarında, Nasreddin Hoca'nın fıkralarını bilmelerinin çok faydalı ve müessir olacağını ifade ediyorlar.
***
ŞAHSİYETİ
Nasreddin Hoca merhum, kelimenin tam mânâsıyla mükemmel bir tâ‘lim ve terbiye (eğitim ve öğretim) erbâbıdır. Onun fıkraları Müslüman-Türk insanının ince zekâsını, nükte gücünü ve hayat anlayaşını en güzel biçimde aksettirmektedir.
İnsanımızın mizah dehâsını da yine o temsil etmektedir. Yediden yetmişe her kademedeki Türk halkı onu tanımakta, sevmekte, fıkralarını kendi mizâhına vesîle yapmaktadır. Hatta yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, yalnız memleketimizde değil, dünyanın diğer ülkelerinde bile Hoca merhûmu tanımayan, hoş latîfelerini bilmeyen-duymayan hemen hemen yok gibidir.
Fıkraları hiçbir zaman kıymetten düşmediği gibi, ileride de düşecek gibi değildir. Zira onun latîfeleri, dünya mizah edebiyâtının en kuvvetli örneklerinden birisi, hatta birincisidir. Ancak bu fıkralar içinde, çirkin ve müstehcen olduğu halde kendisine isnad edilenler de vardır. Hocamızı tabii ki bunlardan tenzih ederiz.
Onun bu derece gönülden sevilmesinin pekçok sebepleri olmakla birlikte, kanaatimizce ana sebep; onun nüktelerinde ele alınan hususların, hayatla iç-içe olmasıdır.
Hoca merhumun fıkralarına gülünür; ama ondaki asıl gâye güldürmek değildir... Düşündürerek insan davranışlarında müsbet yönde değişiklikler meydana getirmeye çalışmaktır. Bir mantıksızlığın, bir düzensizliğin göz önüne serilişi, yine insanı doğru yola çevirmek içindir.
Hoca merhum, mizahlarının ilk kısmında keskin ve ince zekâsını göstermez. Bunun sebebi, halkın seviyesine inmektir. İkinci kısmında ise, kademeli bir şekilde dersini verir. Diğer taraftan onun nükteleri, her seviyedeki insana hitâb etmektedir.
Fıkralarında tabiat ve cemiyet unsurları çoktur. Onun nüktelerinin farklılığı; zamana, mekâna, hâdiselere ve meselelere uygunluk arzetmesidir. Bu cihetiyle Hoca merhum, çok büyük bir muallim ve mürebbî yani öğretici ve eğiticidir.
Bu nüktelerin bir başka husûsiyeti de, her zaman vukû bulması muhtemel hâdiselerdir. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, nüktelerindeki dersler, her zaman tazeliğini korumaktadır. Binâenaleyh eğitim ve öğretim (tâ‘lim ve terbiye) işini kendilerine meslek olarak seçenlerin, Nasreddin Hoca merhumdan öğrenecekleri çok şeyler vardır.
DİPNOT
(1) Velêyet; Hz. Mevlâ’nın kulunu, kulun da Mevlâ'sını dost edinmesidir. Allah ile kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluktur. Üç türlü velâyet vardır: Velâyet-i suğrâ, velâyet-i kübrâ, velâyet-i ulyâ. Velêt-i suğrâ’da İlâhî fiillerin tecellilerinde, isim ve sıfatların gölgelerinde seyr bahis mevzuudur. Velâyet-i kübrâ’daki seyr, İlâhi isimler, sıfatlar ve zâtî şuûn (eşyanın Allâh’ın ilmindeki sûret ve hakikatleri) dairesindeki seyirdir. Velâyet-i ulyâ’daki seyr ise, Cenâb-ı Hakk’ın Bâtın isminde vâki olur. Diğer makamlardaki velîler de tebaiyet yoluyla bu velâyetten de nasip alır. (el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbnî, 1, 240; Gümüşhanevî, Câmiu’l-Usûl, 229-240)
Hocam tebrikler ve teşekkürler.
Esasen dilimize pelesenk olmuş her anlattığımız nükteyi Hoca merhûma isnat etmek veya her nükteye başlarken, "Hoca merhûm birgün..." diye başlamak.
Ahlâki, gayr-i ahlakî bir çok nükteye baş aktör yapılmışta, mübareğin bir evliyâullah olduğu hiç akıllara getirilmemiş. Böylesine mümtaz bir zât-ı muhteremin hoşnutsuzluğunu kazanma tarafı pek akıllara getirilmese de, isabet buyurduğunuz üzere "açık-saçık uydurma müstehçen fıkra(!)ları tamamen tarihe gömmek bir vicdan borcu"dur.
Selam ve sevgiler...
Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki:
Beşerin seciyelerindendir: Garip veya kıymettar birşeyi asîlzâde göstermek için, o kıymettar şeylerin cinsiyle müştehir olan zata nispet ve isnad etmektir. Yani, sözleri revaç bulmak ve tekzip olunmamak veyahut başka ağraz için, zalimâne ve istibdadkârâne, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki, o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede... Zira güzel bir sıfat veya ulvî bir san’atla meşhur olan bir adam, hüsn-ü sûrînin mâverâsını görmek şanından olan nazar-ı san’atperverânesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilirse, "Senin dest-i hattındır" denilirse, o emir san’atın tenasüp ve muvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip iraz ve teberri edecektir. "Hâşâ ve kellâ" diyecektir. Bu seciyeye bina ile meşhur kaideye "Birşey sâbit olsa, levazımıyla sâbit olur" istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda tahayyülâtlarına bir nizam verdirmek için muztardırlar ki: Çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına merciiyeti mümkün olabilsin. O halde, o adam bir ucûbe olarak zihinlerinde tecessüm eder. Eğer istersen hayalât-ı acemâne içinde perverde olan Rüstem-i Zâl’in timsal-i mânevîsine bak, gör, ne ucubedir! Zira, şecaatle müştehir olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından kurtulamayan istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini gasp ve gàrât ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddeme olduğu için, şu harikulâde şecaat, harikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevâbileri olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil nara vurarak "Ben nev’ün münhasırün fi’ş-şahs’ım" der. Gulyabânî gibi hurafatı arkasına takarak dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar.
Ey hakikati çıplak görmek isteyen zat! Bu mukaddemeye dikkat et; zira hurâfatın kapısı bir yerden açılır. Ve bab-ı tahkik dahi bununla sed olur. Hem de kıssadan hisse ve meylü’t-terakki ile Mütekaddimînin esasları üzerine bina ve Seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Eğer istersen, meşhur Molla Nasreddin Efendiye de: "Bu garip sözler umumen senin midir?" Elbette sana diyecektir: "Bu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların zekâtını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalb eder."
Yahu, bu kökten, hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir. (Risale-i Nur,Muhakemat)
Ayrıca bakınız:
http://www.mollacami.com/konu/nasrettin-hoca-11089.html
_________________________________________________________________________
Andolsun Zikirden sonra Zebur'da da :''Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır'' diye yazmıştık.(Enbiya,105)
Kıymetli kardeşlerim ankebut ve yolcu...
İlginiz ve güzel değerlendirmeleriniz için teşekkür ederim.
Ellerinize sağlık, gönlünüze bereket...
Mukabil selam ve muhabbetlerimle...