Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
Bir seyahatin öyküsü değildir bu…
Bir seyahatin öyküsü değildir bu…
[right]Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; / Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; / Ay ve güneş ezelden iki İstanbul’ludur.
İstanbul benim canım; / Vatanım da vatanım... (Necip Fâzıl KISAKÜREK)[/right]
Ziyâret vakti gelmişçesine bir kıpırtı vardı yine. Her “bir aylık” zaman diliminde içimi gıdıklayıp duran şu heyecanımsı ve tarifi muhal duygu… Kurulmuş saat gibi ay’ını doldurur doldurmaz, kirasını istemeye gelmiş ev sahibi misali kapındadır. Dili yoktur bu duygunun. Boyun bükmüş bekleyen kedi gibidir, sahibinin istediğini vereceğinden emin.
Yine bir sabah… Ayını doldurmuş sabah… Visâlini isteyen o duygu kıpranışlarına başlamış, verdiği heyecanın sizi yerinde durdurması (imkansız. Akşam uyutmamıştır ki sabah rahat bıraksın. Rüyanda Haydar Paşa tren garının raylarıyla Eminönü’ne yaklaşırken kırmızımsı yeleğiyle tonton dedelerimi anımsatarak tepeden gülümseyen Ayasofya’nın heybeti arasında “git-gel”ler yaptırmıştır.
Kıskanıyordum! Evet evet, düpedüz kıskanıyordum. Bu şehri; içinde yaşayıp uğruna şiirler düzen Sultânü’ş-şuarâ Necip Fazıl’dan tutunda, Anadolu’nun ücra bir köşesinde yastığa başını koyup, hülyâlarına bu şehri misafir eden garibim köylüden bile kıskanıyordum. Anlatılmaz bir şey bu kıskançlık. Ne Hâbil’in Kâbil’e olan garezine benziyor ne de bir başkasına...
Napolyon’un “Eğer dünya bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.” deyişinin kıskançlık damarıma basması ve içerdeki yaygara tufanı…Sanki bu duyguları şaha kaldırmak için söylenmiş.
***
- “Yarın izin günü. Nereye gitmeyi düşünüyorsun?”
Başımı kaldırıp bakıyorum. Soranın gözlerindeki pırıltı, yapmayı planladığım seyahatin yalnızlığını giderecek cinsten.
- “İstanbul’a” diyorum. Umduğu klişeleşmiş sözün dökülmesi şaşırtmıyor onu. Dilimize pelesenk olmuş “İstanbul” sözcüğü… “İstanbul” ile “ben”, artık onlara göre bütünleşmişiz. Bazı sahihliği kesin olmayan rivayetlerde tam sekiz senedir “İstanbul” kelimesini her gün ezberlediğim söylenir. Kandırmak fazla uzun sürmüyor onu da. Her ne kadar kıskansam da, saatlerce yalnız yolculuk yapmayı gözüm yemiyor. Ve o da benim tutkumun kurbanı…
Kandırmak kolay olmuyor tabi. Önceki gidişimizde sabahın erken saatlerinde Karacaahmet ziyaretine müteakip Ayasofya’ya çıkışımızı, öğle vakti yaklaştığında balık-ekmek sefâsı sürmek için soluğu Eminönü’nde alışımızı, oranın deniz manzarasında soğuk ayranlarımızı yudumlarken martıların uçuşunu seyredişimizi vs… ballandıra ballandıra anlatıyorum ki, kendim bile iştahlanıyorum.
Karar verilmiş! İş biletleri almaya kalıyor.
Necip Fazıl’ın “Vatanım da vatanım…” deyişi artık eskisi gibi kıskandırmıyor. En azından şimdilik kurtulduğumu sanıyorum. Eğer yeniden nüksetmezse bu iş tamamdır. Yendim gitti. Demek ben de bu duyguyu yenebilirmişim! Rüyamda görsem hayra yormazdım. Artık Necip Fâzıl Merhum’un gözlerimin önünde beliren silüetine bakarak gülmek-gülümsemek arası oluyorum.
Vakit tamam!
Acaba biletleri gündüz mü alsaydık?
Aklıma gelen bin bir türlü kuruntuyu gerisingeri tepelerken karanlık sokaklardan gecenin geç saatlerinde tren garına yollanıyoruz. İki kişilik bilet bulursak, demeyin artık keyfimize…
Ah şu geceler… Bunların İstanbul’a giderkenki kadar insanı heyecana gark ettiği nadirdir. Yahya Kemal’in kendisine sorulan;
-“Efendim Ankara’nın en çok nesini seviyorsunuz?” sorusuna mukâbil;
-“İstabul’a dönüşünü.” şeklindeki cevabı, o an daha bir anlam kazanıyor sanki.
***
Sabahın ilk ışıklarının trenin bulunduğumuz vagonuna vurmasıyla, demir tekerleklerin raylara şiddetlice vurmaya başlaması Haydar Paşa’ya yaklaşıldığının habercisidir. Tek isteğim, şu an ki hayallerin dereyi görmeden paçayı sıvamak atasözünün kalıbına oturmaması… Tren garına kadarki yolculuk boyunca şüphe ve heyecen arasındaki "gel-git"lerden rahatsız olmuşum.
Necip Fazıl’lar Napolyon’lar gözümün önünden silik silik geçerken, yolda okumak üzere aldığımız bir yığın gazeteyi kolumun altına iyice sıkıştırıyor ve tren garından içeri tam moral giriyoruz. Bileti almak demek İstanbul’un kokusunu almak demektir.
Gişedeki birkaç kişilik sıra, ekmek kuyruğu gibi geliyor ve nihayet sıra bizde.
- “İstanbul’a bu gece iki bilet. Sigarasız yerden olsun.” diyor yanımdaki.
- “Bakayım.” diyor görevli.
Bu “bakayım” sözü, beni şüphelerin doruğuna çıkarıp garip korkular ekiyor içime. O “bakma”nın nihayeti ise az önceki ekmek kuyruğuna benzettiğim sırayı beklemekten kötü.
- “Maalesef!” diyor. Beynim duracak gibi. Beynimdeki “Ne yaptın sen hemşerim?” uğultuları dudaklarıma dökülemeden kalıyor. Diğer uğultularla birlikte…
Onun da keyfi kaçtı belli. Bir yığın gazeteyi taşımak artık ona da bana zor geliyor.
- “Hacım gazeteleri ne yapalım?” diye soruyor.
Bense şokun etkisiyle farklı alemlerin labirentlerindeyim. Gişe görevlisine baktım bir an. Boğazıma kadar yükselen itirazlara engel olmaya çalışarak, elimi montumum cebine soktum. Elime geçen kalem miydi yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama o an tek duyduğum o nesnenin “imdat” çatırtılarıydı.
Sık adımlarla orayı terk ederken parçalanan kalemi sokağın en uzak gördüğüm köşelerine hızla fırlatıyorum ve gecenin karanlığında kor ateş gibi parladığını tahmin ettiğim gözlerimi ona çevirerek söyleniyorum;
- “Atalım. Hepsini atalım!”
Necip Fazıl gülümsüyordu, bense öfkeliydim.
Adem YAKUT
(ankebut-57)
İSTANBULU ÇOK SEVİYORSUNUZ HER HALDE
Ellerinize sağlık kardeşim. Çok güzel yazılarınız Allah kaleminize kuvvet versin.
Bir istanbullu olarak söylüyorum. istanbul' u kim sevmezki:)))
Teşekkür ediyoruz. Canu gönülden Bir Seyahatin Öyküsünü bekliyoruz inş ...:)
Değerli yorum ve katkılarınız için teşekkürler.
Ana gibi yar Istanbul gibi diyar olmaz...
istanbul nasıl sevilmez..
tabiri caizse küçük MEDİNEDİR, İSTANBUL..
AYRICA MERKEZİ MUHAMMEDİDİR İSTANBUL...