Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
Kötü Ahlâkla İyi Müslümanlık Mümkün mü?
Müslümanlığımız önce hal ve gidişimizden bellidir. Yani insanlara karşı ne yaptığımız, nasıl davrandığımız. Dürüst ve güvenilir miyiz, menfaate göre dümen kırmak yerine yolumuzu ilkelerimiz mi belirler, sözümüzde durur, ahde vefa gösterir miyiz? Müslümanlığımız aklâkımızdan bellidir.
Şimdi, yaşadığımız bu değişimler çağında müslüman ahlâkının da değişime uğradığından şikayet eder olduk. Dindarlığı sadece bir kimlik olarak taşıyan, hal hareketini, dükkânını ticaretini kişisel istek ve çıkar neyi gerektiriyorsa ona göre yürüten, hakkı hukuku gözardı eden müslüman modeli yaygınlaşıyor.
Unutmamak lazım, ahlâkımızın değişimi müslümanlığımızın değişimidir.
İslâm dünyası, kendisine hayat modeli olarak Batı’yı seçtiği, Batılılaşmaya azmettiği zamandan bu yana derin bir kimlik krizinin içine yuvarlanmış bulunuyor.
Bu süreçte en son ve en ekmel din olan İslâm’ı, ferdî ve toplumsal sahada gereği gibi idrak edip yaşama olgunluğu bakımından evvelki nesillerle aramızdaki makas hayli açılmış bulunuyor.
Oysa eski devirlere göre daha müreffeh yaşıyoruz. Her yeni yıl bize daha fazla maddî/dünyevî avantajlar getiriyor. Modern teknolojinin ve eğitim sisteminin sunduğu imkanlar sayesinde eskilere oranla çok daha fazla bilgiye, çok kısa sürelerde ulaşabiliyoruz. Her yeni nesil teknolojik alet-edevatla daha bir hız ve ustalıkla bütünleşiyor. Bunun adına “gelişme” diyorlar.
Fakat madalyonun öbür yüzünü çevirdiğimizde sarsıcı bir gerçekle yüz yüze geliyoruz. Bütün bu maddî/dünyevî imkanlar, dindarlığımızı, takvamızı, ahlâkımızı, kişisel ve toplumsal sorumlulukları yerine getirme hassasiyetimizi artırmadı.
Belki ibadetlerimizi aksatmıyoruz, hatta belki nafile ibadetlere, zikir ve virde devam edenlerimizin sayısı hayli fazla. Ama sorumluluk sahamızda bulunan insanlarla, bir şekilde temas ettiğimiz kişilerle ilişkimiz, yani ahlâkımız alarm veriyor!
Dünyevî ahlâk ya da ahlâksızlaşma
Adı konulmamış bir sekülerleşme/dünyevîleşme hali yaşıyoruz müslüman toplumlar olarak. Kapı komşumuzun ahvalinden habersiz yaşamak bizi rahatsız etmiyorsa, bir yolculuk esnasında yanımızdaki insanla birbirimize değmemek için çaba harcıyorsak, telefondaki sesin tonundan “Acaba bir şey mi isteyecek?” diye tahmin yapıp kapıları kapatma moduna geçiyorsak, çabamız emeğimiz sadece kendi refahımıza yönelikse ve infak ahlâkından uzaklaştıysak...
Evet bütün bu ve benzeri davranışlar günlük hayatımızın bir parçası oluvermişse, kalbimizi acilen yoklamanın vaktidir!
Yasak savma vicdan rahatlatma
Fakat bu iç muhasebeyi yaparken kendimizi kandırmamamız lazım. Yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir engelliye yardım elini uzatmak, işin “gösteriş” boyutunu aşabilmişsek eğer, “anlık” ve –itiraf edelim– biraz da “rahatlatan” bir etki bırakır üstümüzde. Sonra daha bir enerjiyle döneriz kendi dünyamıza.
Dünyanın çeşitli yerlerinde haksızlığa, zulme, kıyıma uğramış insanların haberlerini izleyince, okuyunca tepki gösterir, hatta belki bunun için yapılan gösterilere katılırız. İslâmî hassasiyetimizi kaybetmediğimiz duygusunu pekiştirmiş oluruz içimizde böylece.
Evlad u ıyalinin geçimini en güzel şekilde temin etmek, onları başkasının eline bakar durumda bırakmamak her ebeveynin en tabii görevidir. Yani fazladan bir meziyet değil. Bizse bunu İslâmî görevlerini tam olarak yerine getirmek olarak anlar ve “bireysel müslümanlığımıza” giderek daha fazla tutunuruz.
Çalıştığımız işyerinde yükselmenin biricik yolunun “ehliyet ve liyakat” olduğunu unutarak torpile, kulise, tavassuta başvurmak ya da “ne yapalım, işler böyle yürüyor” düşüncesiyle sessiz kalarak adaletsizliklerin devamına katkıda bulunuruz, sonra kendi vazifemizi yapmakla avunuruz.
Oysa ahlâk sahibi olmak, hele de “ahlâk-ı hamide” sahibi olmak anlık vicdan rahatlatmalardan, yanlışı kendi içinde normalleştirip öylece yoluna devam etmekten çok daha fazlasıdır. Bu tarz avunmalar ahlâka değil, olsa olsa ahlâk zafiyetine işaret eder. Unutmamak lazım, “din güzel ahlâktır.”
Savrulmanın kaynağı
Bütün bunların ve benzeri davranış ve algı biçimlerinin aslında bizim din anlayışımızdaki bir kırılmadan kaynaklandığını fark etmek durumundayız. Hayatı şu veya bu oranda bizim dışımızda oluşmuş, yerleşmiş bakış açılarıyla algılayıp yaşamaya başladığımızda bu türden savrulmalar kaçınılmaz oluyor.
İş ortamlarında, ticaret ve alışveriş ilişkilerinde ve hayatın diğer alanlarında dinden kopuk/bağımsız bir hayat yaşamanın mümkün olduğu şeklindeki düşünce bize ait değildir. Bu kapitalist/pozitivist hayat tarzının benimsenmesiyle ortaya çıkmış hastalıklı bir hayat algısının sonucudur.
Batılı toplumlarda, bilhassa Protestanlığın hakim olduğu ülkelerde yaşandı önce bu savrulma. Zira protestanlık, insanlara şunu öğütlüyordu: Manastırlara kapanıp kendini ayine vermek suretiyle iyi hıristiyan olunacağı düşüncesi artık devrini kapatmıştır. Şimdi iyi hıristiyan çok çalışan, çok üreten, rekabet eden hristiyandır. Kim cennette en iyi yere sahip olmak istiyorsa, hayatın içine girsin, rekabet etsin, başarılı olsun.
Evet, protestanlığın hristiyan topluma telkini buydu ve bu telkin kısa bir süre sonra “kapitalizm” dediğimiz canavara vücut verdi. Bencil, kendi menfaatlerinden başka bir şeyi önemsemeyen, hatta bunun için en yakınlarına dahi acımasız davranabilen insan tipi protestanlığın cennette en iyi yere sahip olmayı vaat ettiği insan tipidir.
Burada dikkat etmemiz gereken bir nokta var: Protestanlığın doğurduğu kapitalist anlayış insanları maddeye öylesine bağımlı hale getirdi ki, kapitalistleşen toplum bir süre sonra protestanlığı dahi tanımaz hale geldi. İnsanlar kendi haz ve çıkarlarını din edindiler, kişisel istekler yani heva-yı nefs de bu “yeni din”in tanrısı oldu! Tam da Yüce Kitabımız’ın, “Hevasını ilâh edineni gördün mü…” (Furkan, 43) dediği durum yani.
Ahlâk-Din ilişkisi
Bu savrulmanın müslümanlığımız açısından ne ifade ettiği noktasında acil ve esaslı bir sorgulamaya ihtiyacımız bulunduğu açık. Aynı süreci neden biz de yaşamak zorundayız? Üstelik bunca dindarlık iddiasıyla birlikte... Bu müslümanlık algısının bizi kurtuluşa götürüp götürmeyeceğinin muhakemesi artık ertelenemez bir noktaya gelmiştir.
Rasul-i Ekrem Efendimiz s.a.v., “Ben ahlâk güzelliklerini tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta) buyurmuştur. Bu, Efendimiz s.a.v.’in peygamberliğinin temel anlamını ifade etmesi bakımından son derece önemli bir hadis-i şeriftir. Efendimiz s.a.v., insanlara dinin temel mükellefiyetlerini öğretirken, şüphesiz sadece bireysel ibadetler üzerinde durmuyordu. Hatta O’nun, dürüstlük, yardım, ahde vefa gibi toplumsal görevlere yaptığı vurgunun, kişisel ibadetlere kıyasla hiç de az olmadığını görüyoruz.
Temizliğe riayet etmek, ibadetlerini aksatmamak, haramlardan uzak durmak... gibi hususlar ne kadar önemliyse, yalan söylememek, hangi durumda olursa olsun haktan ve haklıdan yana olmak, sözünde durmak... gibi hasletler de en az onlar kadar önemlidir.
Şimdi ise bu gibi hususların “imanın kemalinden” sayıldığı, daha doğrusu “olsa da olur, olmasa da” kabilinden şeyler olduğu şeklinde yaygın bir kanaat bulunduğu malum. Oysa Efendimiz s.a.v. bu gibi hususları ashabına –dolayısıyla bizlere– “imanın aslından” olarak öğretmiştir.
Yüce Kitabımız’da, “Ey iman edenler! Akitlerinizi yerine getirin” (Mâide, 1) buyurulmuştur. Bu ayetteki emir, müminlere, hangi sahada ve kiminle olursa olsun, ahit yaptıkları, sözleştikleri zaman sözlerinin gereğini mutlaka yerine getirme sorumluluğu yüklemektedir. Bir kez söz verince artık kâr zarar hesabının kapandığını, sözün namus olduğunu hatırlıyor mu şimdi müslüman toplumlarımız.
Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur: “Şu dört özellik kimde bulunursa münafık olur. Kimde bu özelliklerden birisi bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklık özelliklerinden birisi var demektir:
Konuştuğu zaman yalan söyler.
Söz verdiği zaman sözünde durmaz.
Birisiyle çekiştiğinde yalana başvurur.
Sözleşme yapınca ihanet eder.” (Bir başka rivayette buradaki son madde, “kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder” şeklindedir.) (Buharî, Müslim)
Hadis-i şerife dikkatle bakınca, Efendimiz s.a.v.’in, saydığı o dört özellik her kimde bulunursa o kimse münafık olmuştur şeklinde kesin bir ifade kullandığı görülür. Dolayısıyla bu dört hastalığa yakalanmış bir kimsenin namazı, orucu, sair ibadetleri ve kişisel erdemleri kendisine iman safiyeti sağlayamamış demektir.
Büyük nifak küçük nifak
Yukarıdaki hadis-i şerif, “Kendisinde bu ahlâk düşüklükleri bulunan kimse, Kur’an ve Sünnet’te yerilen din düşmanı münafıklarla aynı safa mı düşmüştür?” şeklinde bir soruyu akla getirebilir.
Burada hemen belirtelim ki ulema, nifakın iki türlü olduğunu beyan etmiştir. Bunlardan birincisi “büyük nifak”tır ki, dinde iki yüzlülüğü, iman etmediği halde iman etmiş görünmeyi ve gizli din düşmanlığını ifade eder. (İbn Receb, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem)
İkincisi ise imanında samimi olduğu halde münafıklara mahsus hastalıklara müptela olma durumudur. Yani böyle hastalıklara yakalanmış kimseler, o amellerinde münafıklara benzemektedirler. Bu durumdaki kişi, bir kısım işlerinde münafıklara mahsus davranışlar sergilemekle, o işlerinde imandan kaynaklanan bir safiyet ve samimiyet içinde bulunmadığını, bir kısım işlerine nifaktan bir parçanın karıştığını ortaya koymuş olur.
Alimlerin bu izahını, “nasıl olsa bu hastalıklar imanın özüne tesir etmiyormuş, dolayısıyla endişe etmek için bir sebep yok” diye düşünmek son derece tehlikelidir. Zira müslümanlık davamızın, özellikle başkalarının hakkına hukukuna giren konularda kırılmalar yaşadığı bu dönemde, dinimizin bu yönünün daha bir hassasiyetle yaşanması bize sadece toplumsal faydalar sağlamakla kalmaz. Bundan daha önemlisi, başkalarıyla ilişkilerimize taalluk eden hususlar, ahirette göreceğimiz karşılığın belirlenmesinde son derece önemli bir rol oynar.
Kalbimize ve amellerimize bakılacak
Efendimiz s.a.v.’in bu doğrultudaki sarsıcı ikazlarından birisi şöyledir:
“Allah Tealâ kıyamet günü şu üç kişi ile konuşmaz ve onların yüzüne bakmaz:
Verdiği sadakayı başa kakan,
Malını müşteriye yalan yere yemin ederek satan
Elbisesini kibirli kibirli sallayarak dolaşan.” (Müslim)
Bu hadis-i şerifte, kimselerin bilmediği, sadece Allah Tealâ’nın ve kendimizin bildiği en gizli hastalıklardan üçüne dikkatimiz çekiliyor.
Bize emanet edilen maldan Allah Tealâ’nın emri doğrultusunda muhtaçlara yaptığımız yardım, ahiret gününde aleyhimize işleyen bir delil oluyor. Malımızda sadece Allah Tealâ’nın ve bizim bildiğimiz bir kusur üzerine bina ettiğimiz bir cürüm, ahiret gününde bütün çirkinliğiyle önümüze çıkıyor. “Ben hak ettim, ben kazandım” edasıyla insanlara gösteriş yaptığımız varlık ve servet bizi ilâhi iltifattan mahrum ediyor!
Bu sebeple Efendimiz s.a.v., “Allah sizin mallarınıza ve dış görünüşlerinize bakmaz; kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim) buyurur.
Bu sebeple müslümanın “ahlâk zaafı” sayılan hususları kendinde barındırmamak gibi temel bir görevi vardır. Zira yerine getirmekle mükellef olduğumuz farzlar kişisel ibadetlerden ibaret değil. Başkalarıyla ilgili hükümler, emirler ve yasaklar arasında da farzlar, vacipler vardır.
Huluk-i azim
Kur’an’da Efendimiz’in “huluk-i azim” (büyük, sağlam bir ahlâk) üzere bulunduğu haber verilmiştir (Kalem, 4). Bu, Efendimiz s.a.v.’in ümmetine öğrettiği, emrettiği ve yasakladığı bütün hususlar kapsamında bizlere de tebliğ edilmiş bir durumdur. Yani Efendimiz s.a.v.’i “huluk-i azim” üzere tutan her ne varsa, yine bizzat Efendimiz s.a.v. tarafından bizlere ulaştırılmış, öğretilmiştir.
Bu durum, O’na layık ümmet olmanın yolunun, bu nebevî öğretilere tam olarak uymaktan geçtiğini göstermektedir.
Söz gelimi Efendimiz s.a.v.:
“Birbirinizi kıskanmayın,
Birbirinizin aleyhine fiyat kızıştırmayın,
Birbirinize buğzetmeyin ve birbirinize sırt çevirmeyin.
Biriniz başka birinin yaptığı alışveriş üzerine (o alışverişi bozarak) başka bir alışveriş yapmasın.
Ey Allah’ın kulları, kardeş olun!” (Müslim, Ahmed b. Hanbel) buyurmuştur.
Bu hadis-i şerifte emredilen ahlâk bizde bir şuur ve tabii bir davranış haline gelene kadar müslümanlığımızın kıvamından emin olmamız mümkün değildir. Nasıl ki Sahabe-i Kiram yalan söylemek nedir bilmezdi, aynı hasletlerin bizim de ruhumuza sinmesi, kişiliğimizin bir parçası olması gerekir.
Şu hadis-i şerifte çizilen müslüman portresine bir bakınız:
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve onu yüz üstü bırakmaz. Her müslümanın ırzı, malı ve kanı diğer müslümana haramdır. (Eliyle kalbini işaret ederek) takva şuradadır. Bir müslümana kötülük olarak kardeşini düşük görmesi yeter.” (Tirmizî)
Son devirlerde Ümmet-i Muhammed’e ârız olan “kabuk müslümanlığı” ile Efendimiz s.a.v.’in burada çizdiği mümin portresi arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Müslümanlığı kılık kıyafette, maddi başarıda, hayat standartlarının yüksekliğinde aramaya başlayan, hatta müslümanlığı neredeyse bunlara indirgeyen anlayışla yukarıdaki nebevî ikaz arasında ne büyük uçurumlar var!