Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim
ZULÜM Ne Yap Ne Razı Ol
Kötü sözde zulüm vardır. Kabalıkta, vurdumduymazlıkta, hoyratlıkta, kırıp dökmekte zulüm... Müslüman zulmetmez.
Evde, işte, apartmanda, köyde, şehirde, yolda, trafikte, caddede, pazarda... Ne kimseye zulmederiz ne zulme razı oluruz. Haksızlık etmeyecek, hak yemeyeceğiz. Herkesin, her şeyin hakkı var. Allah’ın, insanların, hayvanların, tabiatın.. Müslümanlık hakka riayettir.
Ölçü bellidir: Başkaları bize yaptığında rahatsız olduğumuz her şey, bizim de yapmamamız gerekenlerdir. Daha da ötesi bize normal gelen hareketin bir başkası için can yakıcı olabileceğini dikkate almak gerçek nezaket, üstün bir ahlâk, tasavvufî edeptir.
Dünyanın her yerinde zulüm kol gezerken adalet ışığını taşıması gerekenler duyarlılığını yitirirse bu vebalin altından nasıl kalkarız?
İslâm’ın mesajı çok açık: Ne zulüm yap, ne de zulme razı ol.
Zamanla bazı kavramların gerçek manası unutulur. Ya da anlamı daralır veya değişir. Bu daralma veya değişim, çoğu zaman dilin zaman içinde geçirdiği değişimlere bağlıdır. Fakat İslâmî kavramlar sözkonusu olduğunda bu unutulma veya değişim sadece dilin tabii değişimiyle izah edilemez. Ne yazık ki İslâm’la başı hoş olmayan çevrelerin önemli katkısı vardır bunda. Öyleyse bir unutturma, değiştirme ve yozlaştırma çabasını akılda tutmak lazım.
Dergimizde sık sık kullandığımız, hatırlatmaya çalıştığımız böyle pek çok kelime ve kavram var. İhlâs, takva, hayâ, taat, amel-i salih ve daha birçokları... Bu kelime ve kavramlar dağarcığımızdan eksildikçe İslâm’ı kavramamız da zorlaşıyor.
Bir de millet ve milliyet, adalet ve zulüm gibi anlam daralmasına uğramış, İslâmî içeriğinden boşaltılmış kavramlar var ki, bunları da asıl çerçevesine oturtmak gerekiyor. Zulüm kavramı üzerindeyiz bu ay.
Yeni hayat yeni zulüm
Toplumsal hayat gittikçe daha fazla iç içe geçiyor. Birkaç kilometre kareye artık daha fazla insan düşüyor. Aynı yolları, aynı dükkânları, aynı binaları daha fazla insan kullanıyor. Hemen herkes gün boyunca pek çok insanla muhatap oluyor, temas kuruyor.
Aslında topyekün dünya, kitle iletişim ve hızlı ulaşımla küçülüyor.Binlerce kilometre ötedeki bir olaydan anında haberdar oluyor, etkileniyoruz. Dolayısıyla yaşadığımız çağda, insanlar arası hukuk daha yoğun ve karmaşık hale gelmiş durumda. Artık her adımımızda, her hareketimizde bilerek bilmeyerek bir başkasının hukukunu çiğneme, rahatsız etme, zarar verme ihtimalimiz artıyor. Çünkü daha yakınız. Çünkü kişisel alanlarımız başka pekçok kişinin alanıyla iç içe geçmiş durumda.
Hal böyle olunca, zulüm konusu üzerinde bir kez daha düşünmek, anlam çerçevesini incelikleriyle bilmek ve buna göre duyarlılık sahibi olmak gerekiyor.
Zulüm, bugün sadece eziyet etmek yahut can acıtmak anlamında zihnimizde yer alıyor. Oysa kavramın gerçekte ifade ettiği anlam ve buna bağlı olarak önemi çok daha farklı ve kuşatıcı.
Zulüm nedir?
Zulüm Arapça bir kelime. Orijinal manası “bir şeyi asıl yerinin dışına koymak, asıl yerinden ayırmak.” Meşhur alimlerimizden Seyyid Şerif Cürcânî rh. a. “Tarifât” adlı kitabında zulmü şöyle tarif ediyor: “Zulüm bir şeyi asıl yerinin dışına koymak. Dinin hükümlerine göre ise, hak yoldan ayrılıp bâtıl olana geçmek. Bu da zulümdür. Bir başkasının malını izinsiz kullanmak, dinin emir ve yasak sınırlarını aşmak da zulüm.”
Demek ki zulüm çok yönlü bir kelime. İslâmî literatürde emir ve yasak sınırlarına uymayan her söz, her iş bir zulüm. Eziyet etmek, işkence ve baskı kullanmak zulüm olduğu gibi, birinin hakkını çiğneyip adaletten sapmak, bir şeyi eksik veya fazla yaparak işin hakkını vermemek de zulümdür. Hatta kişinin “Allah’ın hakları” diye tabir edilen kişisel ibadetlerini ihmal etmesi de bir zulüm. Ama başkasına değil, kendine zulüm. Çünkü ebedi hayatını mahvediyor.
İslâm’ın ilk yükümlülük olarak öngördüğü iman da kelime olarak zulümle zıddından alakalıdır. Çünkü iman güven manasınadır. Müslüman kimse ilk başta güvenilir olan, kimseye zarar vermeyendir. Nitekim Allah Rasulü s.a.v. buyurmuştur:
“Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların güvende olduğu kimsedir.” (Buharî, Müslim)
Müslüman ne kendine ne başkasına, ne insana ne hayvana zulmetmeme hassasiyeti taşır. Hattı hareketinde zulüm ihtimalini daima akılda tutar. Zulme ve zalime karşı da susmaz, zulmü reddeder ve elinden geldiğince engeller.
Dört Temel İlke: Adalet, insaf, ihsan, emanet
Müslümanın davranışlarını belirleyen sınır adalet çerçevesinde belirlenmiştir. Adalet de ilk akla geldiği üzere suçluların yakalanmasından, hak ettiği cezayı bulmasından ibaret değildir.
Zulüm nasıl Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınırları aşmaksa, adalet de tek başına ve toplum içinde bu sınırlar içinde bulunmaktır. Yani dinen sakınılması gerekenden sakınmak... Mesela kimsenin hakkını yememek, hiçbir şeyi israf etmemek, ibadetlerini tam yapmak, vs...
Emir ve yasaklar çerçevesinde hareket etmek, yani Efendimiz’in ifadesiyle Allah’ın sınırlarını gözetmek zannedildiği gibi hayatı daraltan, kısıtlayan bir durum değildir. Helal sınırı dahilinde son derece geniş bir hareket alanı vardır. Yasaklar ise hem bu dünya hem ahiret için can simidi gibidir. Her şeyden önce kısıtlamaları olmayan bir hayatın nasıl tatminsizliğe ve ruhî boşluğa sebep olduğunu hekimler dile getiriyor. Yani haram tarafına geçmek kişinin hem kendine hem de başkalarına zulmetmesidir. Allah Tealâ yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:
“Topunuz Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, biribirinizden ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinize düşmanlar iken o sizin kalbleriniz arasında ülfet oluşturup sizi yaklaştırdı da nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz.Hem sizler ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da o tuttu, sizi ondan kurtardı. Şimdi size ayetlerini böyle beyan ediyor ki Allah’a doğru gidebilesiniz.” (Âl-i İmrân, 103)
El-İnsaf!
Helal sınırlar dahilinde de insafı zorlamamak gerekir. İnsaf, manevi terazi gibi bir duygudur. Kişi kendine, ailesine, komşularına hep insaf terazisinde tartarak davranmalıdır.
Mesela meşru baba otoritesini sertlikten yana kullanmak, eşler arasındaki hakları sadece kendini merkeze alarak kullanmak insaf ölçüsüyle bağdaşmaz. Aynı şekilde, mesela ticarette insanlarının alım gücünün üstünde fiyatlar koymak, sadece kâr oranını düşünmek insaf sınırlarını aşmaktır ve dolayısıyla zulümdür. Bir malı değerinin altında elde etmeye çalışmak da böyledir. Hanefî mezhebinde şöyle ilginç bir hüküm vardır: Bir kişi abdest için su satın almak zorunda kalsa, su satıcısı da bedelinin üstünde fiyat söylese, suyu almaz ve teyemmüm yapar. Bu hüküm çok yönlü okunabilir. Fakat en temelinde zulme kapı açmama yatmaktadır.
Her dem iyilik üzere ya da ihsan
İhsan müminin dünya üzerinde zulme karşı en güçlü silahıdır. Yani daima iyilik üzere olmak, daima iyiliği hedeflemek...
Allah Tealâ’ya karşı vazifeleri yerine getirirken ihlâs manasına gelen ihsan, aynı zamanda her durumda kişinin iyiliği hedeflemesi, iyiliğe yönelmesidir. Bu müslümanın bir nevi elbisesidir.
Yukarıdan beri saydığımız adalet, insaf ve ihsan hasletleri müslümana emanet, yani güvenilirlik kazandırır. Söz konusu üç özelliği barındıran müslümanın davranışları ve yaşadığı ortam doğrudan güvenilir hale gelir. İslâm adabına uygun selamlaşma bile doğrudan karşılıklı güveni teyit etmek için bir çeşit parola hükmündedir.
Müslüman kişi, hiç kimsenin olmadığı yerde bile iyiliği düşünür. Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurmuştur:
“Bir adam yolda yürürken bir dikenli bir dal gördü ve onu yoldan kaldırdı. Bu hareketinden dolayı Allah o kişiyi övdü ve onu affetti.” (Buharî)
Kendine zulüm
İslâm bize herhangi bir şekilde zulmeden kimsenin önce kendine zulmetttiğini öğretir. Çünkü bütün yapılanların hesabı günü geldiğinde sorulacaktır. Zulmün karşılığı da Allah’ın azabı olacaktır. İnsanın kendini bile bile azaba sürüklemesi kişinin kendine zulmüdür. Bu ister Allah’a karşı gelerek, ister ibadetlerini yerine getirmeyerek, ister kendi bedenine acı vererek, isterse de kul hakkına girerek olsun... Hepsi kişinin kendine zulmetmesidir.
Cenab-ı Hak peygamberlerinin dilinden bizim de yapıp ettiklerimiz karşısında kendimize karşı zulüm yapıp yapmadığımızı murakebe etmemizi ister. Hz. Yunus a.s. kıssası anlatılırken şöyle buyurulur:
“Zünnun’u (Yunus peygamberi) de hatırla. Hani o öfkelenerek gitmişti de, bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilâh yoktur, sen münezzehsin. Şüphesiz ben haksızlık edenlerden, zalimlerden oldum’ diye seslenmişti.” (Enbiya, 87)
Musa a.s. Allah’a şöyle yalvarmıştır:
“Musa dedi ki: Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim.” (Kasas, 16)
Yine bu ayetlerden öğreniyoruz ki insan ne türlü bir zulüm içinde olursa olsun, ilk işi bu yanlıştan dönmek olmalıdır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“Allah’tan sakınanlar bir kötülük yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmran, 135)
Bir gizli zulüm: Zan altında bırakmak
Günümüzde zulmün son derece yaygın bir çeşidi de insanları zan ve töhmet altında bırakmak, şüphelenilen bir kişi haline getirmektir.
Allah Rasulü s.a.v. buyurmuştur:
“Zandan sakının. Çünkü zan sözün en yalanıdır.” (Buharî, Müslim)
Gıybet ve dedikodu İslâm’ın şiddetle yasakladığı günahlardandır. Kişiyi zanna sürükleyen şeyler de ilk başta gıybet ve dedikodudur. Gıybet ve dedikodunun yaygınlaşması kişilerin birbiri hakkındaki kötü zannını artırır. Oysa şuurlu bir müslüman emin olmadan, gözüyle görmeden, kulağıyla duymadan asla konuşmaz, kimseyi töhmet altında bırakmaz.
Günümüzde, zan ve töhmet altında bırakma zulmüne en yaygın örnek, herhalde medya yoluyla yapılandır. Ne yazık ki medya bir çeşit güç unsuru olarak kullanıldığı için kasıtlı veya sorumsuzca yapılan karalamalar, hiç suçu olmayan insanların bazen işlerini kaybetmesine, ailelerinin dağılmasına hatta daha ileri giderek canlarına kastedilmesine sebep olabiliyor. İşte bu apaçık zulümden başka bir şey değildir.
Ailede zulüm
Müslümanın ailesine karşı eksiksiz yerine getirmek zorunda bulunduğu sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar anne babaya, eşe ve evlatlara karşı görevler olarak çeşitlenir.
Erkek, eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını sağlamakla mükelleftir. Bu ihtiyaçlar, maddi imkanların elverdiği ölçüde ve insaf derecesinde tutulur. Alimlerimiz, kadının evlenmeden önce alışmış olduğu şartların sağlanması, elden geldiğince erkeğin görevleri arasındadır demişlerdir. Aynı şekilde kadın da kocasının gönlünü hoş tutmalı, ona karşı görevlerini eksiksiz yerine getirmelidir. İşinden yorgun gelmiş kocaya evi rahatlatıcı bir mekâna çevirmek kadının yapması gerekenler arasındadır. Bu görevlerden herhangi birini keyfi olarak yerine getirmemek zulümdür, bundan sakınmak gerekir.
Allah Rasulü s.a.v.’in en son tavsiyesi şöyledir:
“Namaz… namaz… Bir de elleriniz altındakine dikkat edin. Onlara güçlerinin üzerinde yük yüklemeyin. Kadınlar hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan korkun. Onlar sizin yanınızda yardımcılarınızdır, Onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız. Allah’ın emri uyarınca onların namuslarını kendinize helal edindiniz.” (İbn Mâce)
Evladına kim zulmeder?
Anne-baba ise evlatlarının maddi ve manevi ihtiyaçlarını yerine getirmekle yükümlüdürler. Çocuklarının yiyecek giyecek ihtiyaçlarını sağlamak, onları maddi zararlardan korumak ilk başta gelen görevlerdir. Çocuğun eğitimi ve dinî bilgilerin öğretilmesi de ebeveynin görevleri arasındadır. Bunları yerine getirmeyen anne baba çocuklarına zulmetmiş olur.
Daha doğduğu andan itibaren elden geldiğince çocuğun üzerine titremek, beslenmesine dikkat etmek, hastalandığında geciktirmeden doktora götürmek, ileride kronik hastalıklara sebep olacak şeylere karşı onu korumak ebeveynin vazifeleri arasındadır. Aynı zamanda çocukların huzurlu bir ortamda büyümesi de önemlidir. Sürekli kavga edilen, karşılıklı saygının yitirildiği bir evde eşler birbirine zulmettikleri gibi evlatlarına da zulmetmiş olurlar. Allah Rasulü s.a.v.’in buyurduğu gibi salih bir evlat yetiştirmek anne baba için ne kadar önemli ise, bir çocuk için maddi ve manevi huzur da o kadar önemlidir.
Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
“Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, mülkiyetiniz altında olan kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” (Nisa, 36)
Enes b. Malik r.a. şöyle demiştir: “Allah Rasulü s.a.v. kadınlara ve çocuklara karşı insanların en merhametlisiydi.”
‘Öf’ bile demeden
İslâm’da anne ve babaya karşı haklar da oldukça önemlidir. Onları asla incitmemek, meşru çerçevedeki sözlerinden çıkmamak gerekir. Mümkün mertebede onlara yardımcı ve destek olmak gerekir. Sıkıntılarını paylaşmalı, yaşlılıklarında onlara evimizi açmalı, onlara hizmet etmenin önemini bilmeliyiz. Bu konuda Allah Tealâ’nın emirleri ve Allah Rasulü s.a.v.’in tavsiyeleri çok nettir.
Ayet-i kerimede buyrulmuştur:
“Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine ibadet edin, anne ve babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “öf” bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.” (İsra, 23)
Komşular ne çeker?
Komşuları incitmemek, onlarla iyi geçinmek, sıkıntılarına ortak olmak, elden geldiğince yardım etmek gerekir. İslâm’ın emri böyledir. Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurmuştur:
“Cebrail hiç durmadan komşu hakkına hürmeti vurgulardı. O kadar ki, ben yakında Cebrail komşuyu komşuya mirasçı yapacak sandım.” (Buharî; Müslim, vd.)
Komşuluk sadece evle sınırlı da değildir. Ticarette de komşuluk ilişkileri önemlidir. Bu hususta da insaf sınırı asla aşılmamalıdır.
Modern dünyada binalar büyüdü, ortak yaşam alanları değişti. Çok fazla ailenin bir bina ya da site içinde yaşıyor olması komşuluk ilişkilerini daha da hassas hale getirdi. Komşularımızı rahatsız eden her türlü hareket ve gürültü zulümdür.
Yine bize önemsiz gelse de aracımızı park ederken bir diğerini engelliyorsak, vakitli vakitsiz apartman içinde gürültü yapıp insanların huzurunu bozuyorsak, çöplerimizi insanları rahatsız edecek yerlere atıyorsak, balkonlarımızdan alttakilerin tepesine halı kilim silkeliyorsak, rastgele çöp atıp etrafı kirletiyorsak zulmediyoruz demektir. Aslında sadece evde değil; araba kullanırken, toplu taşıma araçlarında seyahat ederken, kaldırımda yürürken, alışveriş yaparken de dikkat etmemiz ve insanların hakkına girmememiz gerekiyor.
Dilleri yok diye
Her türlü aşırılığın yasaklandığı dinimizde, hayvanlara eziyet etmek de bizzat Allah Rasulü s.a.v. tarafından yasaklanmıştır. Düşmanlarına bile lanet etmeyen Efendimiz s.a.v. bir eşeğe zulmedildiğini görünce lanet etmiştir. Bu konudaki rivayetler oldukça açık ve hükümler kesindir.
Abdullah ibn Abbas r.a. rivayet ediyor: Allah Rasulü yüzü dağlanmış bir eşek gördü ve “Allah bunu dağlayan kimseye lanet etsin” buyurdu. (Buharî).
Abdullah ibn Ömer r.a. rivayet ediyor: Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurdu: “Bir kediye işkence edip öldüren kadına azap olundu ve bu yüzden cehenneme girdi. O, kediyi hapsettiği zaman ona hiçbir şey yedirmemiş, içirmemiş ve yeryüzünde bulduğu haşereleri yemesine bile izin vermemişti.” (Buharî)
Yine Allah Rasulü s.a.v. kuşu hedef yapıp ok atanları, hayvanları eziyet ederek öldürenleri, karıncaları yakanları bunlardan men etmiştir.
Devran zulümle dönmez
Büyük günahlar içinde insanları en çok felakete sürükleyeni zulümdür. Zira Allah Tealâ kendisine karşı yapılan isyanı affedebileceğini, kul hakkını ise helal ettirip gelmemizi buyuruyor. Allah Rasulü s.a.v.’in şu uyarısı meselenin ciddiyetini de göstermektedir. Efendimiz buyuruyor:
“Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o bir ateş kıvılcımı gibi semaya yükselir.” (Hâkim, Camiü’s-Sağîr)
Güçlü ya da zayıf, hemen herkes zulme maruz kalmakla birlikte, genelde kimsesiz, sahipsiz, biçare kimseler zulme uğruyor. Zulmün onlar üzerindeki tesiri daha can acıtıcı oluyor. Allah Tealâ zalimlerini sevmediğini, (Bakara, 57) zalim bir toplumu hidayete erdirmeyeceğini, (Bakara, 258) kıyamet gününde onların yar ve yardımcısının olmayacağını (Âl-i İmrân) açıkça buyurmuştur. Bir müslümanın temel karakteri ve hedefi daima adalet üzere olmaktır. Adalet işlerin maddi ve manevi olarak yolunda gitmesini sağlayan tek unsurdur. Zulüm geçici bir sistem kurabilir fakat asla devamlı olmaz. Zulmün yaygın olduğu bir ortamda her çeşit fitne ve fesat da yaygın olur. Haksızlıklar artar, rüşvet çoğalır, hırsızlık yaygınlaşır, hukuk sistemi doğru işlemez. Hukuk işlemediği için insanlar gayrı meşru yollara yönelirler. Aslında İslâm’ın zulüm konusunda gösterdiği hassasiyet de işte bu noktada önem kazanır. Zira müslüman kişi hayatı bir bütün olarak düşünür ve en küçüğünden en büyüğüne zulmün her türlüsünden sakınır.
Daima mazlumun yanında
Müslüman zulmetmeyeceği gibi, zulme engel olmayı da kendi onuru sayar, zulme uğrayana sahip çıkar. İnsanların zulme uğradığı bir ortamda imkanı varken zulme karşı çıkmayan kimse zulme ortak olmuş sayılır. Müslüman doğruyu söylemekten geri durmaz, hak olanı savunmaktan çekinmez. Nitekim Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. bir gün buyurdu ki:
– Kardeşine zalimken de mazlum iken de yardım et.
Sahabiler:
– Ya Rasulallah, mazlum kişiye yardım edebiliriz. Fakat zalime nasıl yardım ederiz, diye sordular. Buyurdu ki:
-Onu zulümden alıkoyarsın, bu da ona yardımdır.” (Buhârî)
Allah Rasulü s.a.v.’in bir sefer esnasında yaptığı şu konuşmayla bitirelim:
“Zandan, sebepsiz ithamda bulunmaktan sakınınız. Çünkü zan sözlerin en yalanıdır. Birbirlerinizin ayıplarını görmeye ve duymaya çalışmayınız. Karşılıklı çekişmeyiniz. Birbirinize haset etmeyiniz. Buğz etmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz. Allah kullarına nasıl emretmişse öyle kardeş olunuz.
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu hor görmez.
Takva, (kalbine işaret ederek) işte buradadır. Takva işte buradadır.
Kişiye şer olarak müslüman kardeşini hor görmesi yeter. Her müslümanın diğer müslümana karşı ırzı ve malı haramdır. Muhakkak Allah sizin şeklinize ve bedenlerinize bakmaz. Bilakis kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Buharî; Müslim)
Zulmü Terk Zulme Tahammül
18. yüzyılın büyük alimlerinden Ebu Said Muhammed Hadimî rh.a. “Risâletü’n-Nakşibendiyye” adlı tasavvufî-ahlâkî eserinde, müslüman ahlâkı üzerine önemli tespitlerde bulunur. Zulüm ile ilgili ise şunları sıralar:
Müslüman zulmü reddeder, zulme engel olur.
Komşusunu gözetir, sahip çıkar, onu korur.
İnsanları ayıplamaz, onları şüphe içinde bırakmaz.
İnsaf sahibidir, her şeyi insaf terazisinde tartıp değerlendirir.
Kişilerin haklarını yerine getirmekte acele eder.
“İnsan iyiliğin kölesidir” sözü gereğince iyiliğe meyleder. İyilik üzere olur.
İnsanların mübah sınırlar çerçevesinde tercihlerinin farklı olabileceğini bilir ve buna göre davranır.
İnsanlara eziyet etmez, zulmü terk eder, Kendine yapılan eziyete ise tahammül eder.”
‘Senin Hayrın Buysa...’
Hz. Mevlâna k.s. Mesnevî’de şöyle bir hikâye anlatır:
Padişahın biri cuma günü camiye gidiyordu. Muhafızları caddeye üşüşen halka bir taraftan çekilin diye haykırıyor, diğer taraftan da tekmeyle, sopalarla padişaha yol açamaya çalışıyorlardı.
Bu esnada tesadüfen orada bulunan zavallı bir fakir de muhafızlardan sopa yemiş, kan revan içinde kalmıştı. Dayanamadı, padişahın arkasından şöyle bağırdı:
– Şu yaptığın zulme bak! Halkın önünde böyle yaparsan, Allah senin gizli zulümlerinden cümleyi korusun! Güya camiye gidiyor, hayır işlediğini sanıyorsun! Senin hayrın buysa, şerrin kim bilir nedir?
Zulüm Çeşitleri
Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim çok geniş zulüm tablosu çizer, onu çeşitlendirir ve her türünden sakınmamızı ister. Buna göre zulüm:
Allah’ın yasak kıldığı şeylere el uzatmak ve emrettiği hususlara karşı ilgisiz kalmak.
İnsanları dinî vecibelerini yerine getirmekten alıkoymak.
Halkın hukukuna tecavüz etmek.
Allah’ın haram ve helal kıldıklarını tanımamak.
Fitne ve fesada sebep olmak.
İnsanlara iftira atmak, haklarında gıybet etmek.
Dine hizmet edenlere karşı tavır almak, onlara düşmanlık etmek, onlarla uğraşmak.
Müslümanlar hakkında suizanda bulunmak.
Dini ve diyaneti şahsi çıkarlarına vasıta yapmak.
Mukaddes değerleri dünyevî hedeflere ulaşma yolunda kullanmak.
Yalan söylemek, sözden dönmek, emanete ihanet etmek gibi hususların hepsi birer zulümdür ve Allah bunların tamamından uzak durmamızı emreder.” (Siraceddin Önlüer, Kalbin Hastalıkları, cilt II, Semerkand Yay.,)
Ne Ekersen Onu Biçersin
Şeyh Sadi Şirâzî “Bostan” adlı meşhur kitabında şöyle anlatıyor:
Gaddarlığıyla ünlü bir köy ağası bir kuyuya düşmüştü. Sabahlara kadar yalvarıp yakardı, inleyip sızladı.
Derken, adamın biri gelip tepesine bir taş yükledi ve şöyle dedi:
– Sen kaç kişinin feryadına yetiştin ki can kurtaracak adam arıyorsun? Sürekli alçaklık, namertlik tohumları ektin, bugün harman vakti geldi. Bak bakalım eline ne geçti. Senin elinden yaralı gönüller inlerken senin yarana kim merhem olur? Bizim için sürekli kuyu kazıyordun, sonunda kazdığın kuyuya kendin düştün.
Halk içinde kuyu kazan iki tip insan vardır. Biri güzel huyludur, hayır sahibidir, insanların içini serinletmek ister. Öbürü kötü nam salmıştır, insanların oraya yuvarlanmasını ister.
Yaramaz kişiler iyilik ummasın. Ilgın ağacının meyvesi asla üzüm olmaz.
Güzün tarlasına arpa eken, hasat zamanı buğday çekeceğini ummasın. Ne kadar da emek çeksen zakkum ağacından meyve alamazsın. Kardeşim, ne ekersen onu biçersin.”