Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


İlim, Amel, İhlâs ve kulu Allah'a kavuşturan yollar...

Halis ECE

İlim, Amel, İhlâs ve kulu Allah'a kavuşturan yollar...

Kabaca bir tasnifle, İslâm şerîatı üç kısımdan yani üç temel unsurdan meydana gelmiştir:

• İlim,

• Amel,

• İhlâs.


Bu üç kısımdan her biri ayrı ayrı yerine getirilmedikçe, şerîat tam olarak tahakkuk etmez. Ne zaman ki şerîat tahakkuk eder, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı da hâsıl olur. Mevlâ'nın rızâsı ise, dünyevî ve uhrevî saâdetlerin hepsinin üstündedir. “Allah'tan bir rızâ, (yani Allâh'ın rızâsından olan bir küçücük şey bile, cennet nimetlerinin) hepsinden daha büyüktür.” (1)
Şerîat, dünyevî ve uhrevî bütün saâdetleri içinde toplamıştır. Hâl böyle olunca, şerîatın ötesinde ihtiyaç duyulacak bir maksat olamaz. Tasavvuf erbâbının imtiyaz ettiği (seçtiği) tarîkat ve hakîkat ise, şerîatın üçüncü cüz'ü olan ihlâsın ikmâl ve tamamlanmasına yardımcıdırlar. Tarîkat ve hakîkatın elde edilmesinden maksat; şerîatın tamamlanmasıdır... Yoksa onun ötesinde bir başka şey için değildir.(2)

KULU ALLÂH'A GÖTÜREN YOLLAR

Tasavvufta mü'mini, Cenâb-ı Hak ve tekaddes ve teâlâ'ya kavuşturan yollar esas itibariyle ikidir:

1. Kürb-i nübüvvete taalluk eden yol(3) (erbâbı üzerine salât ve selâm olsun).

Bu yol zâtî ve aslîdir; aslın aslına ulaştırır, kavuşturur. Asâleten bu yoldan ulaşanlar; peygamberler (aleyhimüsselâm) ve onların ashâbı kirâmıdır. Kezâ, ümmetin büyük evliyâsından, kendisi için murâd edilen diğerleri de –her ne kadar bunlar az, hatta azın azı iseler de– bu devletle şereflenirler.

Bu yolda tavassut ve hâil, yani vâsıta olma-araya girme durumu yoktur. Bu vâsılînden (bu yolla Hakk'a erenlerden) feyz alanlar, hiç kimsenin tavassutu olmadan asıldan alırlar... Biri diğerine hâil de olmaz. Nitekim Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) sohbeti neticesinde ashâb-ı kirâma müyesser olan yakınlık, işte bu nübüvvet yakınlığıdır, tebaiyet ve verâset yolu ile hâsıl olmuştur. İsa aleyhisselâm kıyâmete yakın yeryüzüne indiğinde ve va'dolunan Mehdî aleyhirrıdvân geldiğinde, onlar da bu yoldan vâsıl olacaklardır. Bu yakınlıkta ne “fenâ” vardır, ne “beka”; ne “cezbe” vardır, ne de “sülûk”...

İşte bu yakınlık, velâyet yakınlığından daha faziletli ve bir çok mertebelerle ondan daha yücedir. Zira bu yakınlık asıldır (asla yakın olmaktır). Velâyet yakınlığı ise, gölge yakınlığıdır. İkisi arasında çok büyük fark vardır; lâkin herkesin idrâki, bu ma'rifetin zevkini anlayamaz. Bu ma'rifeti anlayıp kavrayamama noktasında, havâs zümresi bile avâm sınıfı ile neredeyse beraberdir.

Ancak, nübüvvet kemâlâtının zirvesine çıkış velâyet yolundan olursa, o zaman fenâ ve bekâ, cezbe ve sülûk gerekli olur. Zira bunlar, o yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Bu kemâlât aşılıp, tecelliyat da husûle geldikten sonra nübüvvet kemâlâtına ayak basılır. Fakat seyir bu yoldan olmaz da, nübüvvet yakınlığı için sultânî yol tercih edilirse; işte o zaman fenâ, bekâ, cezbe ve sülûke ihtiyaç olmaz. Ashâb-ı kirâmın seyri de, sultânî olan nübüvvet yakınlığı yolundan olmuştur. Bu bakımdan onların cezbeye, sülûke, fenâya ve bekâya ihtiyaçları yoktur. İşte burada anlatılmaya çalışılan “kurb-i nübüvvet”, bu yakınlıktır.

Nübüvvet kemâlâtının hâsıl olması, tamamiyle İlâhi mevhibeye bağlanmış, büsbütün İlâhî bir ikrâma bırakılmıştır. Bunda zorlamanın, çalışmanın bir tesiri yoktur; bu büyük devlet, hiçbir çalışma ve amelin neticesinde elde edilebilecek bir nimet değildir. Keza, hiçbir riyâzat ve mücâhede de bu güzel nimetin netice ve meyvelerini vermez.

Velâyet kemâlâtı böyle değildir; onun başlangıcı çalışmaya, gayret edip emek vermeye bağlıdır. Hâsıl olması da riyâzat ve mücâhedeye kalmıştır. Her ne kadar bazı şahısların, bir çalışma olmadan, sâlih bir amele başlayıp girişmeden bu devletle şereflenmeleri câiz ise de, velâyet kendisinden ibâret olan fenâ ve bekâ dahi, bir mevhibe-i İlâhiyedir... Bu nimete ermek kimlere murâd edilmişse, ancak onlar gayret ve çalışmalarının neticesinde, Allah Teâlâ”nın ihsan ve inâyetiyle onunla müşerref olur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, zât-ı âlîlerini kastederek, buyuruyorlar ki:
Bu fakîr, risâlelerinde ve bazı mektuplarında şöyle yazmış idi: “Benim muâmelem sülûkün, cezbenin, zuhûrâtın, tecelliyâtın da ötesinde olmaktadır.” Bununla anlatmak istediğim, işte bu yakınlıktır; yani nübüvvet yakınlığı... Ben Hazret-i Şeyhimizle (k.s.) beraber olduğum sırada, zuhûrât olarak bu devleti elde ettim. (...) “Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allâh'a hamdolsun! Allah bize hidâyet etmeseydi, biz kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık. Rabb”imizin resûlleri Hakk'ı getirdi.”(4)

(Tasavvufta) fenâ ve bekâ, cezbe ve sülûk tâbirleri de yenidir. Meşâyihin buluşlarındandır. Mevlânâ Câmî (k.s.) Nefehât'ta, “Fenâ ve bekâdan ilk bahseden, Ebû Saîd el-Harrâz”dır (k.s.) demiştir.(5)

2. Kurb-i velâyete taalluk eden yol.(6)

Aktâb, evtâd, büdelâ, nücebâ(7) ve Allah Teâlâ'nın bilumum velî kulları bu yoldan vâsıl olurlar, Hakk'a ererler, kavuşurlar... Sülûk tarîkı” da bu yoldan ibarettir... Hatta bilinen “cezbe” de bu yola dâhildir... Bu yolda, “kurb-i nübüvvet”in aksine tavassut ve hâil vardır...
Kurb-i velâyet yolundan Hakk'a vâsıl olanların muktedâsı (kendisine uydukları), reîsleri, o büyüklerin feyiz kaynağı Hz. Aliyyü'l-Murtezâ kerramellâhü teâlâ vechehü'l-kerîm'dir. Bu şânı, şerefi, keyfiyeti büyük makam ve mevki ona bağlıdır. Bu makamda, Nebî sallallâhü aleyhi vesellem'in mübârek ayakları, âdeta Ali kerramellâhü vechehû'nün başı üzerinde gibidir. Hazret-i Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r. anhüm) de, bu makamda onunla ortaktırlar.
Öyle zannediyorum ki; Hz. Ali (k.v.), maddî hayatın meydana gelmesinden evvel bu –kendisine müracaat olunacak ve sığınılacak– yüce makamın sahibi idi. Nitekim maddî hayatın başlamasından sonra da bu yoldan her kime bir feyz ve hidâyet ulaştı ise, onun vâsıtasıyla ulaşmıştır. Zira o, bu yolun son noktasındadır ve bu makamın merkezi ona bağlıdır.
Ne zamanki onun devri tamamlandı; şeref ve itibarı, rütbe ve derecesi çok büyük olan bu makamı, sırasiyle oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e (r.anhümâ) teslim etti. O ikisinden sonra da, tertip üzere ve düzenli bir şekilde on iki imamdan her birine geçti. Bu büyüklerin yaşadığı asırlarda, hatta ebedî âleme irtihallerinden sonra da, (velâyet yolundan) her kime bir feyz ve hidâyet ulaştıysa, –ister vaktin nücebâsından, isterse kutublardan olsun– bunların vâsıtası ve araya girmeleri ile ulaştı. Kurb-i velâyet yolundan vâsıl olmak isteyenlerin hepsinin sahibi ve sığınağı bu büyüklerdir. (Merkez onlardır), etrafın da mutlaka merkeze katılması gerekir. (Bu yolda merkez), nöbet sırası Şeyh Abdülkadir Geylânî'ye (k.s.) gelinceye kadar onlar idi. Sıra Abdülkadir Geylânî hazretlerine gelince de bu makam ona bırakıldı. Bu merkez üzerinde, anlatılan imamlarla Şeyh Abdülkadir Geylânî (k.s.) arasında ise hiç kimse görülmemektedir.
Anlaşılan odur ki; kutublardan olsun, nücebâdan olsun, her kime bu yoldan feyizler ve bereketler ulaşmışsa, onun şerefli ve mübârek tavassutu ile olmuştur. Çünkü bu merkez, ondan başkasına müyesser olmadı. Bundan dolayı o, şöyle demiştir: “Evvelkilerin güneşleri battı; bizim güneşimiz batmaz, ufuk-ı a”lâ'(8)da ebedîdir.” Burada “güneş” tâbirinden murad, hidâyet ve irşad feyizlerinin güneşidir. “Battı” ifadesiyle açıklanmak isetenen ise, anlatılan feyzin olmayışı, bereketin gelmeyişidir.

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri bu açıklamalardan sonra ise, yaşadığı devirde, Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretlerine vekâleten –kurb-i velâyetle alâkalı– o vazifeyi de kendilerinin devam ettirdiklerini beyan ederek sözlerini şöyle sürdürüyorlar:

Şunun da bilinmesi gerekir ki; bir şahsın kurb-i velâyet yolundan kurb-i nübüvvet yoluna ulaşması doğrudur, mümkündür. Bu vaziyette o kişinin, her iki muâmeleye de ortaklığı olur. Peygamberlere (aleyhimüssalâtü veselâm) tetaffulü (peykliği-uyduluğu, onların câzibesi etrafında bulunması) dolayısiyle, kendisine orada bir yer, bir mevki verilir. Bu durumda her iki yolun muâmelesi de ona bağlı olur.

Şiir meali: “Âlemi bir şahışta toplamanın, Allâh'a bir zorluğu yoktur.”(9)

Nitekim İmâm Câfer-i Sâdık'ta (r.a.) bu iki yol birleşmiştir. Zira onun, bir yandan Hz. Ebû Bekir'e (r.a.), diğer taraftan da Hz. Ali'ye (k.v.) nisbeti (bağlılığı) vardır. Bu iki nisbetten gelen kemâlât (mânevî bakımdan tam ve eksiksiz olma durumu) onda bir bütün hâlindedir. Onlar, İmâm Câfer-i Sâdık(10) hazretlerinde birleşmesine rağmen, her biri tek başına ve birbirinden ayrıdır. Binâenaleyh bir tâife ondan Hz. Sıddîk'a bağlılığı dolayısıyla, Sıddîkıyet nisbeti aldı; bir başka cemaat ise, Hz. Ali'ye bağlılığı dolayısıyla, Aleviyet nisbeti aldı...

Bunda şaşılacak bir vaziyet de yoktur. (Farklı) mahal hususiyetleri, nisbetin bir olmasına rağmen, hâli üzere kalır. Meselâ, Hindistan'ın Benâris beldesindeki Künk ırmağı ile Çemen ırmağı aynı yerde toplanmasına rağmen, suları birbirine karışmıyor...(11) Böylece Künk ırmağı tarafında olanlar onun suyundan, Çemen ırmağı tarafında olanlar da Çemen'in suyundan içiyorlar. Mahallin müteaddit olması dolayısıyla, aynı suya ayrı ayrı hususiyetler gelir. Bu itibarla her iki yolun hususiyetleri göz önüne alınarak, kendilerine, ayrı ayrı yollardan intisâb etmek câiz olur.(12)

FAHREDDİN RÂZÎ HAZRETLERİNE GÖRE ŞERÎAT-TARÎKAT VE HAKÎKAT

Hayatında binlerce âlime icâzet vermiş olan büyük müfessir Fahreddin Râzî hazretleri (1149-1209), Mefâtîhu'l-Gayb(13)da (Tefsîr-i Kebîr) Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde; şerîat-tarîkat ve hakîkatı şöyle îzah ediyorlar:
Üç çeşit İlâhî emir tebliğ buyuruldu:

Birincisi, zâhirî amellere muvâzabet, yani aksatmadan devam etmektir ki, şerîat makâmıdır. Bunu, “Ancak sana ibâdet ederiz” âyet-i kerîmesi tebliğ eder.

İkincisi, şehâdet âleminden gayb âlemine tevecühle (görünen âlemden görünmeyen âleme yönelerek), o âlemi bu âleme musahhar yani boyun eğmiş, emri altına girmiş görmek ve gaybî imdat (mânevî yardım) olmadıkça, zâhirî amellerde istikametin müyesser olamayacağını bilmektir ki, bu, tarîkat makâmıdır. [Yani; her türlü yardımın, hatta günahlardan kaçınıp ibâdetleri yapabilmenin dahi Allah Teâlâ'nın tevfîki ve yardımı ile mümkün olduğunun şuûr ve idrâki içerisinde olmaktır. Şerîat makâmında amellerin mukabili sevap, tarîkat makâmında ise kurbiyettir, Allâh'a yakınlıktır.] Bunu da, âyet-i celîledeki “Yalnız senden yardım dileriz” cümlesi bildirir.

Üçüncüsü de; şehâdet âlemini büsbütün azlolunmuş (hiçbir şeye tesiri kalmamış), bütün her şeyin ve her işin yalnızca Allâh'ın (c.c.) yed-i kudretinde olduğunu görmektir ki, bu da hakîkat makâmıdır. O makâmı müşâhede eden kulun, yakînen bileceği gibi, bunu da, “Bizi doğru yola hidâyet eyle” kavl-i şerîfi göstermektedir.

Burada bazı incelikler daha arzetmek isterim. Şöyle ki:
Talep ve arzu edilen bir şeyin elde edilebilmesi için, beraberce çalışıp gayret sarf eden ruhlara nisbetle, yalnız başına hareket eden bir ruhun zayıf kalacağı müsellemdir, yani inkârı mümkün olmayan bir hakîkattir. Tek bir rûh, topluca hareket eden birçok rûhun nâil olduğu maksada, münferiden vâsıl olamaz. İnsan, tek başına arzusuna kavuşamayacağını anlayınca; rûhunun inkişâfı için, İlâhî nûr ve feyz talebinde bulunan mübârek ve mukaddes ruhlara iltihâk (katılma) lüzûmunu hisseder. Bu iltihaktan sonra, onlardan yardım göreceği için; talebi kuvvet, istîdâd ve kabiliyeti kemâl bulur, olgunlaşır. Binâenaleyh tek başına iken kavuşamayacağı maksatlara, bu beraberlikle nâil olabilir. İşte, “Bizi doğru yola hidâyet eyle” âyetini tâkip eden, “O, kendilerine in”am ettiğin mes”utların yoluna” buyurulması, bu güzel nükteden dolayıdır.
Bir rûhun, mübârek ve temiz ruhlarla beraberliği, onun kuvvet ve istidâdını ziyâdeleştirip kemâle erdirir. Bu bakımdan, fâsıklara işâret eden, “Ne o gadap olunanların” ve kâfirlere delâlet eden, “Ne de sapkınların yoluna değil” kavilleriyle, habis ruhlarla beraberliğin de hüsrânı mûcip olacağı, zarar ve ziyanı beraberinde getireceği, tahzîr (sakındırma) yoluyla anlatılmış oluyor.

Hulâsa; yukarıda ifade olunduğu üzere, “Ancak sana kulluk ve ibâdet ederiz” âyeti ile şerîat makâmı, “Ancak senden yardım dileriz” kavli ile tarîkat makâmı, “Bizi doğru yola hidâyet eyle” âyet-i celîlesi ile de, hakîkat makâmı gösteriliyor. Sonra da, Erbâb-ı sâfâ (iyi kimseler) ile beraber olmak sayesinde istîdat kazanmanın, erbâb-ı şekâvetten (kötü kimselerden) uzak durmakla da, istikmâl-i feyz etmenin yani feyzini tamamlamanın kolaylaşacağı bildiriliyor.
Bazı âlimler derler ki, “Bizi doğru yola hidâyet eyle” kavli ile iktifâ buyurulmayıp ta, “O kendilerine in'âm ettiğin mes'utların-bahtiyarların yoluna” dahi denilmesinin hikmeti şu olmalıdır:

Bir sâlik; kendisini, dalâlet yollarından koruyup doğru yola sevkedecek bir mürşidin feyizli nazarlarına mazhar olmadıkça, hidâyet ve mükâşefe makamlarına vâsıl olamaz... Yani maksada götüren, gâyeye ulaştıran yola ve gayb âleminin görülmesini sağlayan hâllere kavuşamaz. Mürşidin lüzûmu âşikârdır, ona olan ihtiyaç açıktır... Zira halkın ekserisi, hakkı bâtıldan temyîze muktedir değillerdir; hidâyeti dalâletten, doğruyu eğriden, sağlamı bozuktan, güzeli çirkinden ayırt edemezler. Bir nâkıs (noksan ve kusurlu olan bir kimse), her halde bir kâmile iktidâ etmelidir (ona uyup onun ardından gitmelidir) ki, ondan kuvvet ala-ala o da kemâl derecesine doğru yol alabilsin.(14)

DİPNOTLAR
(1) Kur'ân-ı Kerim, Tevbe sûresi, 9/72.
(2) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 36.
(3) Yani, Hakk'a vusûlde-ulaşmada peygamberlik yakınlığına ait ve ona bağlı olan yol.
(4) K.K., A'raf sûresi, 7/43.
(5) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 3, 122, 1, 301, 313.
(6) Hakk'ın tevfîk ve inâyetine kavuşmada, velîlik yakınlığına bağlı bulunan yol ve usûl.
(7) Aktâb: Tasavvufta en büyük veli anlamına gelen kutub kelimesinin çoğulu, kutublar demek. Evtâd: Biri doğuda, diğeri batıda, öbürü kuzeyde, bir diğeri de güneyde bulunan dört büyük veli. Büdelâ: tasavvufta yediler tabir edilen velilere verilen isim. Bunlar, çok uzak yerlere gidip gözden kaybolduklarında yerlerine her yönden kendilerine benzeyen canlı bir bedeni bedel olarak bırakabilirler. Nücebâ: tasavvufta kendilerine kırklar denilen velilere verilen isim.
(8) Ufuk, yerle göğün birleşir gibi göründüğü yer, sâha. Ufuk-ı mübîn: Kalb makamının sonu. Ufuk-ı a'lâ: Ruh makamının sonu, vâhidiyet ve ulûhiyet mertebesi. (Kâşânî, Abdürrazzak, Istılâhâtü's-Sûfiyye, Kahire, 1981)
(9) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 3, 122.
(10) Câfer-i Sâdık (r.a.) Silsile-i Sâdât-ı Nakşibendiye hazerâtının dördüncü halkasını teşkil eder. Hicrî 80 (M. 700) senesinde doğmuştur. Babası Muhammed el-Bâkır hazretleridir. Hicrî 148 (M. 765) yılında Medîne'de vefat etmiştir. (İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Devlet Kitapları, M. Eğitim Basımevi 1979, 3, 7)
(11) Nitekim Kur”ân-ı Kerim'de şöyle buyruluyor: “(O Allah), iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.” (Rahmân s., 55/19-20) “Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan da odur.” (Furkan s., 25/53)
(12) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 313. 3, 122.
(13) C. 1, s. 185-186.
(14) Muallim Nâci (1849–1893), İ'câz-i Kur”ân, İkinci tab'ı, Dersaâdet, Matbaa-i Nişan Berberyan, 1308, s. 25-30.

İmam Şâmil (k.s.) nasihatlarında diyor ki:

"Allah'a giden yollar gökteki yıldızlardan daha çoktur ve ben o yollardan birisine talibim.

"Bir mürşide bağlanırken ondan keramet beklemeyin; şeriata bağlı olduğunu ve hak yolda yürüdüğünü görmeniz yeterlidir
."
***

İmâm-ı Rabbâni (k.s.) hazretleri şöyle buyurmaktadır: "Bir sâlik şu iki şeye dikkat ettiği müddetçe ona ne kadar mânevî sıkıntı gelirse gelsin o sıkıntıları başarıyla aşabilir. Bunlar; mürşidini sevmek/saymak ve sünnet-i seniyye'ye tâbî olmaktır."

Ve yine müntesiplerinden birine şöyle yazıyor: "Evladım! Hayli zamandır gönlündeki bana karşı olan sevgi kırıklığından dolayı sana teveccüh edemedim. Sen Hz. Mûsâ'nın (a.s.) kademi altında idin, ben ise seni Rasûl-i Zîşân Efendimizin (s.a.v.) kademi altına almak istiyordum. Fakat kalbindeki sevgi kırıklığından dolayı bu bir türlü müyesser olmamıştı. Hamdolsun Allah Teâlâ'ya ki, o hal senden gitti. Allah'ın izniyle ben de seni Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) kademi altına aldım."

Rabbim başta Zatı'nın, Habibi'nin ve O'nun varisi bulunan mürşidan-ı kiramın sevgisinden mahrum bırakmasın gönüllerimizi... Bunun için de müridin mürşidine olan/olması gereken katıksız-karşılıksız sevgisi, tasavvuf yolunda çok çok önemlidir. Zira onun sevgisi, Allah ve Rasûlüllüh sevgisine hazırlar sâlikin letaifini... Bu sevgi ne kadar kuvvetli ve sağlam olursa manevi menziller de o derece hızlı ve çabuk kat edilir.

Allah râzı olsun efendim.
Selam ve sevgiler...

Teşekkür ederim sevgili ANKEBUT... Cenab-ı Hak sizlerden de râzı olsun.

Mukabil selam ve sevgiler...

Hocam,yazılarınızdan azami istifade etmeye çalışıyorum...Bu itibarla;şu paragrafa dair bir sualim vardır.Vaktiniz müsait ise;izah buyurunuz:

Şeriat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir. Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-i şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide, en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mânâ-yı hakikat ve sırr-ı tarikate inkılâp ederler. O vakit şeriat-ı kübrânın cüzleri oluyorlar.(Risale-i Nur,29.Mektub,Telvihat-ı Tis'a Yedinci Telvih,Birinci Nükte)

1-Yazınızdaki ''şeriat'' bu manadaki bir şeriat mıdır? Yoksa zahiri şeriat mıdır?
2-Neticeleri,(tarikat ve hakikatın) şeriatın muhkematı olması ne demektir?
________________________________________________________________
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

Rabbim başta Zatı'nın, Habibi'nin ve O'nun varisi bulunan mürşidan-ı kiramın sevgisinden mahrum bırakmasın gönüllerimizi... Bunun için de müridin mürşidine olan/olması gereken katıksız-karşılıksız sevgisi, tasavvuf yolunda çok çok önemlidir. Zira onun sevgisi, Allah ve Rasûlüllüh sevgisine hazırlar sâlikin letaifini... Bu sevgi ne kadar kuvvetli ve sağlam olursa manevi menziller de o derece hızlı ve çabuk kat edilir.

Sayın hocam yukarıda bahsetmiş olduğunuz sevginin mahrumiyetini yaşamayız inşallah. İnşallah sevgimiz daim olur ve hatta artar. Allah(C.C.) ım bizi bu yoldan bu sevgiden bu huzurdan bizi ayırmasın. Bizleri bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederim. Allah sizden razı olsun.

selametle

Sevgili Yolcu ve Güvercin rumuzlu kardeşlerim... Öncelikle ilgi ve katkılarınız için teşekkür ederim.

Yolcu kardeşimizin sorusuna gelince...

Dikkatle baktığımız zaman görürüz ki, yazının başında sorunun cevabı vardır. Şöyle ki: "Kabaca bir tasnifle, İslâm şerîatı üç kısımdan yani üç temel unsurdan meydana gelmiştir: İlim, Amel, İhlâs. Bu üç kısımdan her biri ayrı ayrı yerine getirilmedikçe, şerîat tam olarak tahakkuk etmez. Ne zaman ki şerîat tahakkuk eder, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı da hâsıl olur. Mevlâ'nın rızâsı ise, dünyevî ve uhrevî saâdetlerin hepsinin üstündedir. “Allah'tan bir rızâ, (yani Allâh'ın rızâsından olan bir küçücük şey bile, cennet nimetlerinin) hepsinden daha büyüktür."

"Şerîat, dünyevî ve uhrevî bütün saâdetleri içinde toplamıştır. Hâl böyle olunca, şerîatın ötesinde ihtiyaç duyulacak bir maksat olamaz. Tasavvuf erbâbının imtiyaz ettiği (seçtiği) tarîkat ve hakîkat ise, şerîatın üçüncü cüz'ü olan ihlâsın ikmâl ve tamamlanmasına yardımcıdırlar. Tarîkat ve hakîkatın elde edilmesinden maksat; şerîatın tamamlanmasıdır... Yoksa onun ötesinde bir başka şey için değildir."

Kısacası bunlar, biribirlerinin ayrılmaz cüzleri-parçaları gibidir. Şeriat asıldır; bu aslın "zirve"sine de adı geçen basamaklarla çıkılabilir ancak. Manevi terakkide "mürşide olan ihtiyaç" gibi de diyebiliriz buna...

Bildiğiniz üzere zahiri ve batıni alimler arasında hayli münakaşa mevzuudur, mürşidsiz seyr u sülûke girme ve mükaşefe-müşahede makamına ulaşabilmenin mümkün olup olmadığı... Nitekim büyük müfessir Fahreddin Râzi hazretleri, Fussılet sûresinin 33'üncü ayet-i kerimesini tefsir ederken şöyle der:

"Saadet mertebeleri ikidir; tam olan ve tam olanın üstünde olan... İlki, üstün ve yüce sıfatlar elde edip bizzat kâmil olmaktır... İkincisi de bu dereceye vardıktan sonra eksikleri-noksanları bulunanların kemâl derecesine çıkmalarını temin için çalıkmaktır. [Yani irşad salahiyetini haiz olabilmek...]

"İlk mertebeye, 'Muhakkak ki Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da dosdoğru olanlar...' (Fussılet, 41/30) ayet-i kerimesi delalet etmekte...

"İkinci mertebeye de, 'İnsanları Allah'a davet ve kendisi de salih amel eden (iyi iş ve davranışlarda bulunan) ve 'ben şüphesiz Müslümanlardanım' diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?' (Fussılet, 41/33) ayet-i celilesi işaret etmektedir." (Mefâtîhu'l-Ğayb, 27, 124)

Bir başka yerde de, keşf mertebesi için mürşidin gerekli olduğunu; fakat iddia edildiği igibi mürşidsiz keşfin imkânsız olmadığını ifade etmiştir. (A.g.e., 19, 74) [Yani bir mü'min, mürşidsiz de bir yere kadar sahsî tekâmül ve terakkisini sürdürebilir demek istemiştir. Fakat bu durum müstesnadır, nadir kişilerde mümkündür. Meşhur ifadesiyle, "en-Nâdiru ke'l-ma'dûm" yani, nâdir de yok gibidir, yok hükmündedir. Manevi seyirde, tekâmül ve terakkide aslolan; bir mürşid-i kâmil ve mükemmilin, rehber-i hakikinin nezaretinde yolculuk etmektir.]

İkinci mertebe içinse, yani başkalarını terbiye, tekemmül ve itmam babında ise, mürşide mutlak surette ihtiyaç vardır. Bunda ihtilaf yoktur. Bu da ancak hak bir tarikda kâmil ve mükemmil bir mürşidin yed-i mübarekesiyle mümkündür. Ya hayyen an hayyin, ya da üveysî yolla...

Selam ve dualarımla...

Hocam,cevabınız için teşekkür ederim.

Şu ifadeleri de eklemekle iktifa etmek isterim:

Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat bir bürhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakin derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine katî bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.(Risale-i Nur.a.g.e)

_________________________________________________________________
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

Teşekkürler sevgili kardeşim Yolcu... Rabbim rızâsı istikametinde ifade-istifade, ifaza ve istifazadan mahrum bırakmasın.

Selam ve muhabbetlerimle...


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com