Bölümler | Kategoriler | Konular | Kitaplar | İletişim


Hulefâ-i râşidîn ve diğer ashâb-ı kirâmın fazileti

Halis ECE

Hulefâ-i râşidîn ve diğer ashâb-ı kirâmın fazileti


Hulefâ” lûgatte, bir kimseden sonra gelip oun yerine geçen, onu temsil eden, onun yerine vazife yapan kimse anlamına gelen “halîfe” kelimesinin cem’isi (çoğulu)dir, halîfeler demektir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen “halîfe” ve “hulefâ” kelimeleri, lûgat-sözlük mânâsıyla irtibatlı bir anlam taşır. Mesela, “Hani Rabbin meleklere, ‘muhakkak ben yeryüzünde (benim emirlerimi tebliğ ve infaza memur) bir halîfe (bir insan, bir âdem) yaratacağım’ demişti…”(1) Yine Kur’an, helâk edilmiş kavimlerin yerine başka toplulukların getirilmesini de şöyle ifade eder: “(Onlardan) sonra, arkalarından sizi yeryüzünde halîfeler (onların yerine geçen insanlar) yaptık, bakalım nasıl hareket edeceksiniz diye.”(2)

Görüldüğü üzere Kur’ân-ı Kerim’de geçen halîfe ve hulefâ kelimeleri, insanın yeryüzünde yetkili ve vazifeli kılındığını anlatmaktadır.
***

Dinî ıstılahta/literatürde “halîfe”, devlet başkanı, en yüksek idareci-yönetici demektir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) irtihalinden sonra onun yerine devlet başkanlığına geçenleri ifade etmekte kullanılan bir mefhumdur-kavramdır. Kısacası halîfe, O’nun yerine geçerek dini koruyan, yayan, dünya işlerini düzene sokan, asayişi temin eden kimseye verilen addır. Halifelerin “imam”, “emîru’l-mü’minîn” ünvanları ile de anıldıkları olmuştur. Sonraki asırlarda ise “melik”, “sultan” ve “padişah” isimleri de kullanılmıştır.
***

Hulefâ-i Râşidîn”, râşid halîfeler yani doğru yolda giden, hak yol üzere olan, halefi bulundukları İki Cihan Serveri Efendimiz’in (s.a.v.) yolunda yürüyen halîfeler demektir. Görüldüğü üzere kelimeler Arapça, terkip Farsça’dır. Bu tâbir; ilk dört halîfe Hazret-i Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radıyallâhü anhüm) hakkında kullanılmaktadır.
***

Ashab, Arapça bir isimdir; sözlükte, biriyle ülfet edip kaynaşmak, arkadaş olmak mânâsına gelen “sohbet” kelimesinde türetilmiş “sâhib” kelimesinin cem’isidir. “Ashâb-ı kiram” da yüce sahâbiler demektir.

İslâmî ilimler ıstılahında ise “ashâb”, Peygamber Efendimizi (s.a.v.) Müslüman olarak gören, O’nun sohbetinde bulunan ve Müslüman olarak vefat eden kişi anlamına gelen “sahâbî” kelimesinin cem'îsi/çoğuludur. Mü’min olarak Rasûlüllah Efendimizin sohbetinde bulunmuş olmakla birlikte a'mâlık-görmeme gibi ârızi bir sebeple/engelle O’nu bizzat gözleriyle göremeyen kişiler de ashaptandır. Ashaptan olduğu halde sonradan irtidat etmiş (İslâm’dan çıkmış) kişiler ise sahâbi olmaktan da çıkar. Ashaptan olabilmek için temyiz kabiliyeti yeterli görülmüş, büluğ şartı aranmamıştır.

Ashab, gerek savaşlarda ve gerekse diğer zamanlarda Rasûlüllah Efendimizin yanında yer alarak O’na canlarıyla-mallarıyla yardımcı olan altın nesildir.

Yine ashab, O’nun vefatından sonra da İslâm’ı yaymak canlarını ve mallarını feda ettikleri gibi, bu mukaddes dinin esaslarını muhafaza etmek ve daha sonraki nesillere nakletmek hususunda da hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan bir topluluk olmuştur.
***

Bu mübarek nesil Kur’ân-ı Kerim’de pek çok ayetle övülmüştür. “Muhammed Allah’ın resûlüdür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (ve metîn), kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lûtuf ve rızâ isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah, inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat va’detmiştir.”(3)

Bizzat Rasûlüllah Efendimiz tarafından da övülen ashab, insanlık tarihinin şahit olduğu en temiz, en mükemmel, en yüce, en üstün nesil olmuştur. Fazilet bakımından çeşitli tabakalara ayrılan ashabın sayısıyla alakalı, kaynaklarda, altmış binden 124 bine kadar değişik rakamlar verilmiştir.(4)
***

PEYGAMBERLERDEN SONRA BEŞERİN EN FAZİLETLİSİ

Dilerseniz, sözü daha fazla uzatmadan İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerine bırakalım ve bu mevzûda onun söylediklerine kulak verelim(5).

“Halîfelerin daha faziletli olma durumları, hilâfet tertibi sıralarına göredir. Ehl-i Hakk’ın (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin) icmâı-ittifakı şu mânâ üzerinde toplanmıştır:

Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) sonra beşerin en faziletlisi Hazret-i Ebû Bekir, sonra Hazret-i Ömer’dir.’ (Radıyallâhü anhümâ)

“Fakîrin anlayışına göre, daha faziletli olmanın sebebi; elbette ki menkıbelerin ve meziyetlerin çokluğundan dolayı değildir. Asıl sebep; imanda, infakta, bezl-i nefs etmekte önceliği almasıdır. (Yani Allâh’a ve Rasûlüne iman etmekte, onun rızâsı için bütün malını-mülkünü hiç esirgemeden bol bol sarfetmekte, hiçbir tereddüt göstermeden bezl-i vücûd edip canını ortaya koymakta herkesi geçmiştir.) Bu yapılanlar da dînin te’yidi (kuvvetlenmesi), Seyyidü’l-mürselîn Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.)şerîatinin tervîci (yayılması) içindir.

“Dinî umûrda sâbikûn, lâhikûnun üstâzı gibidir... (Yani dinle ilgili işlerde ilkler, sonrakilerin hocası mesabesindedir.) Sonrakiler kavuştukları, sahip oldukları her şeye, ilklerin devlet sofrasından nâil olurlar.

“Üstte anlatılan bu üç kâmil sıfatın tamamı, Hz. Sıddîk’a inhisar etmiştir, ona mahsustur. O kimse ki, imanda başta olmak ve (Allah yolunda) mal harcamak, nefsi bezletmek hasletlerini (kendisinde) birleştirmiştir; işte o, Hz. Sıddîk’tir (r.a.). Bu devlet, ümmet içinde ondan başkasına müyesser olmamıştır.

“İrtihâli ile son bulan hastalığı esnasında Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“İnsanlar arasında, nefsinde ve malında bana emniyet eden Ebû Bekir bin Ebî Kuhâfe’den başka kimse yoktur. Eğer insanlardan bir halîl edinecek olsaydım, Ebû Bekir’i kendime halîl edinirdim. Lâkin İslâm kardeşliği daha faziletlidir. Ebû Bekir’in penceresinden başkasının penceresini bana kapatınız. Allah Teâlâ beni size gönderdi, sizler yalanladınız. Halbuki Ebû Bekir tasdik etti. Malını ve canını bana bıraktı. Bu durumda arkadaşımı bana bırakır mısınız?”

“Ve yine Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Eğer benden sonra peygamber (gelecek) olsaydı, elbette Ömer b. Hattâb olurdu.”

“Emîru’l-mü’minîn Hz. Ali (r.a.) şöyle dedi:

Ebû Bekir ve Ömer, bu ümmetin en faziletlileridir. Her kim beni onlardan üstün görürse müfterîdir, iftirada bulunmuştur; binaenaleyh müfterîlerin dövüldüğü gibi, onu kamçı ile döverim.’

“Hayru’l-beşer Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) ashâbı (r.anhüm) arasında vâki olan muhârebe ve münâzaalar, iyiye-hayra yorulmalıdır. Onlar, hevâ ve heves zannından, hatta riyâset (başa geçmek, başkan olmak) ve makam sevdasından, rütbe ve mevki talebinden de uzak tutulmalıdır. Zira bütün bu rezillikler nefs-i emmâreden gelir. Halbuki bu büyüklerin nefisleri, Hayru’l-beşer Rasûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) sohbeti ile saf ve tertemiz olmuştur.

“Ne var ki, hilâfeti hakkında meydana gelen muhârebe ve münâzaalarda, hak Hazret-i Ali tarafında idi. Muhalifleri ise, ictihâdî bakımdan hatalı idiler. Böyle bir hatada da, fâsıklıkla itham şöyle dursun, ayıplamaya ve ta’n etmeye (onlar hakkında kötü konuşmaya) dahi yer yoktur. Zira bütün sahâbe âdildir, rivâyetleri de makbuldür. Hz. Ali’nin muvâfıkları ve muhâlifleri rivâyetlerde doğru olmakta bütünüyle müsâvidir, itimada şâyandırlar. Onların muhârebe ve çekişmeleri, biribirlerini yaralamak için olmamıştır.

“O bakımdan hepsini sevmek gerekir. Zira onları sevmek, Rasûlüllah’ı (s.a.v.) sevmektir. Çünkü Rasûlüllah Efendimiz şöyle buyurdu:

Bir kimse onları (ashâbımı) severse, beni sevdiği için sever.

“Ve yine ashâba, buğzedilmemesi yani onlara karşı düşmanlık hissi, kin ve nefret duyguları taşınmaması lâzımdır. Zira onlara buğzetmek, Rasûlüllah’a (s.a.v.) buğzetmektir. Nitekim bu mânada Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Onlara buğzeden, bana buğzettiğinden dolayı buğzeder.’

“O yüzden bu büyüklere hürmet ve saygı göstermek, Hayru’l-beşer Rasûlüllah Efendimiz’e (s.a.v.) hürmet ve saygıdır. Onlara saygının olmayışı da, Resûlüllah Efendimiz’e hürmet ve saygının olmayışındandır. Anlatılan bu mânâdan ötürü münasip olan şudur:

Ashâbın, istisnâsız tamamına hürmet ve tâzim gösterilmelidir; zira onlara yapılan saygı ve hürmet, Resûlüllah Efendimiz’e yapılmış olmaktadır.

Şeyh Şiblî (k.s.) şöyle dedi:

“Ashâbına tâzim etmeyen, (onlara hürmet ve saygı göstermeyen) Allâh’ın Resûlü’ne iman etmemiştir.”


DİPNOTLAR
(1) Bakara sûresi, 3/30; Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meal-i Kerîm, İstanbul, 1, 18
(2) Yûnus sûresi, 10/14; Çantay, Hasan Basri, a.g.e., İstanbul, 1, 307
(3) Fetih sûresi, 48/29.
(4) Tercüman, Sahâbiler Ansiklopedisi, 5-8.
(5) el-Mektûbât, 3, 17

Sahabe arasında vukû bulan ihtilafları kendi aklımın dar çerçevesinde değerlendirip, azim bir hataya düçar olacak yorum yapmaktan korkuyorum. Zannedersem ki, bizlerce yazılanları okuyup tarih hakkında bilgi sahibi olmak yeterli olsa gerek.
Selamlar.

HOCAM ALLAH RAZI OLSUN ÇOK GÜZEL OLMUŞ.

Necip Fâzıl Doğru Yolun Sapık Kolları isimli kitabında Sahabeler arasındaki ihtilafı anlattığı şu cümleler dikkatimi çekti, "Bu akıl sır ermez suallerin gerçek İslâm ve şeriat ölçüsüyle cevabını verebilmiş hiç bir kaynak mevcut değildir. Kat'i olan şudur ki, 'akıl sır ermez' teşhisinden sonra, meseleyi daha fazla kurcalamanın luzumsuzluğuna hükmetmek, arada tecavüz etmekten kaçınılması gerekli bir hudut noktası olduğunu bilmek ve keyfiyetini Allah'a havale etmek şart..."

Selam ve sevgiler...

Sevgili ankebut-57 ve Rüstem FIRAT kardeşlerim... Öncelikle ilginize ve güzel dualarınıza teşekkürler... Sağolasınız.

Malum hadiseyle ilgili N. Fazıl'dan naklettikleriniz doğrudur, isabetlidir. Nitekim İmam Şafiî (rh.) bu hususta, Allah bizim elimizi o kana bulaşmaktan korudu, biz de dilimizi koruyalım mealinde konuşmuştur. İmam Rabbani (k.s.) hazretleri de, her iki tarafın da müçtehit olduğunu, onların hakemliğini yapmanın bize düşmeyeceğini, bununla birlikte, hakkın Emîr (Hz. Ali) radıyallahü anh tarafında olduğunu beyan buyururlar. Kısacası bu olaylarla ilgili bize düşen; haddimizi bilmek ve sükut etmektir.

Vesselam...

Enbiyâdan sonra, nev-i beşerin en efdali Sahabe olduğu Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı, bir hüccet-i kàtıadır.

En büyük velîler Sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ, Celâleddin-i Süyûti gibi uyanık iken, çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahabelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla, yani nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise, vefât-ı nebevîden sonra Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla sohbettir. Demek, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın onların nazarlarına temessül ve tezâhür etmesi, velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) cihetindedir, nübüvvet itibâriyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefâvüt etmek lâzım gelir.

Bir zaman kalbime geldi, "Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar Sahabelere yetişemiyorlar?" Sonra, namaz içinde "Sübhanerabbiyelâlâ" derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti, tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: "Keşke, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi." Namazdan sonra anladım ki, o hâtıra ve o hal, Sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşâddır.

Evet, Kur’ân-ı Hakîmin envarıyla hâsıl olan, o inkılâb-ı azîm-i içtimâîde, ezdâd birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakàtını turfanda ve tarâvetli ve tâze ve genç bir sûrette ifade ettiği gibi; o inkılâb-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış, hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyar olan Sahabeler envâr-ı imâniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı.
Halbuki, o infilak ve inkılâbdan sonra, git gide letâif uykuya ve havâs o hakàik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke, meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini kaybeder. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iâde edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazîlete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.

Molla Cami(k.s) ne güzel ifade buyurmuş:

Yâ Resûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, senin Ashâbının arasında Cennete girseydim. Onun Cennete, benim Cehenneme gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği; ben ise senin Ashâbının köpeği.(Risale-i Nur,27.Sözün Zeyli)
____________________________________________________________________
Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat'iyetinde,gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecektir.

Sevgili YOLCU kardeşim...

Mevzuya olan ilgin-bilgin ve de katkılarınla yaptığım paylaşımın için teşekkürler...

Allah râzı olsun.

Selam ve sevgiler...


Blog Paylaşımları

MollaCami.Com